Radyoda hoş bir müzik, dışarıda pamuk gibi yağan bir kar. Sanırım en sevdiğim saatlerle baş başayım. Kendimle olmayı seviyorum. (Bunu söylediğimde hemen beynimin karşıtını ürettiğini fark ediyorum) Evet tabii ki dostlarla olmayı da seviyorum. Hepsinin bize kattıkları çok önemli… Belki bazen ihtiyaca göre yerleri değişiyor olabilir. İçimizdeki o bize özel barometreyi takip etmemizi öneriyorum. Bu özel barometre bize aslında tüm ihtiyaçlarımızı, ne zaman, ne kadar olduğuna kadar söylüyor. Ya bizim kulaklar tıkalı olabiliyor bazen ya kalbimiz kapalı. Açmak lazım… Her şeyi açmak, görünür kılmak.
Birkaç gün önce bir sohbet içindeyim. Sohbetin hem içindeyim hem dışında. Yani hem dinliyorum, hem konuştuklarımızı dışarıdan dinliyorum. Havanın da belki etkisinden melankolik bir sohbetti bu. Önce tamamiyle içinde kalmak istedim, o melankoliyi, duyguyu tam olarak bedenime almak istedim. Hiçbir paylaşım boşuna değildir, bilirim. Bana vermesi gerekeni almak için ben olmaktan çıkmam lazım. Konuştuğumuz bir “durum”du, bir baktım ki ne kadar büyük bir “durum” bu. Konuşmanın kelimeleri de enerjisi de bunu verdi bana. Sonra sordum hepimize ayrı ayrı. Bu durum gerçekten bu kadar büyük mü? Hani şu an bu odaya sığdırmak istesek sığar mı? Taşıyabilir miyiz onu? Kafamızı ne kadar daha kaldırmamız gerekir ki en tepesini görebilelim? Kaç kilo olmamız gerekir ki bu durumu taşıyabilelim? Herkesin gözleri kocaman kocaman açıldı, birkaç saniyedir bu anlar yakalamak gerek…
Ve sonra sihir başladı. Hepimiz ayrı ayrı bu durumu değerlendirelim, tanımlayalım, adını koyalım dedik. Gözümüzde büyüttüklerimizin gerçekte bu kadar büyük olup olmadığını fark etme oyunuydu bu. Şimdi bu melankoliye biraz neşe getirme zamanı, eğlenme zamanı, evrenle flört etme zamanı…
Çok değil belki bir yarım saat geçti. Durum avuçlarımızın içine kadar geldi, artık bizdik odaları dolduran, bakışlar berraklaşmıştı. Yüzlerde gülümseme belirdi, hatta kış güneşi bile eşlik etti bize. Allah’ım bu ne büyük mutluluk. Bunu daha çok yaşamak istediğimi fark ettim. Artık bizi çıkmazda gibi hissettiren o dev canavar minik bir kedi gibi bakıyordu kenarda, hatta sevimliydi de.
Sorunlarımızı hep böyle görmedik mi? Hep çok büyüklerdi, hep sadece sanki bize özeldi, çözümü imkânsızdı, akıl verenlerimiz çok olmuştu, onlara cevabımız ise “biliyorum ama işte senin bildiğin gibi değil…” idi hep cevabımız. Öyleydi de tabii ki, onlar bizim durumumuz asla bilemezlerdi, bizim onlarınkini bilemediğimiz gibi… Her durum, her kelime, her yaşanan bizim kendi alfabe havuzumuzda yeniden adlandırılmakta, yeniden bedenlenmekte. Burada kimseyi ne suçlamak, ne anlaşılmıyorum diye hayıflanmak gerek. Burada yapılacak tek şey, yaşamımızın sorumluluğunu almak. Ötesi boş…
Dert ettiğin sorunu ne zaman netleştirmeye, ete kemiğe büründürmeye başlarsan, işte o zaman sorduğun sorular ile kendi cevaplarını yaratırsın.
Doğru sorulardır seni doğru cevaplara ulaştıracak olan.
Sonrasında elinde bir avuç renkli seçenek ile yüzünde bir gülümseme hali ve kalbinde büyük bir şükür hissi.
Bundan daha iyi nasıl olur?
Sevgiyle kalın.
Mari Camgöz Pektezol