Bir gün Charlotte Bronte ile Charles Bukowski İskoç yaylalarından birinde karşılaşmışlar. Biri, iki beyaz yeleli atın çektiği faytonda, diğeri ise modifiye edilmiş eski bir Ford’un ön koltuğunda, kırmızı ışıkta bekliyorlarmış. Charlotte belli belirsiz bir baş selamı ile geçecekmiş geçmesine ama Bukowski, “hey fıstık buralarda bildiğin iyi bir bar var mı?” diyerek ona seslenmiş. Charlotte, “ileriki köyün çıkışında bir han olacak” derken, içindeki meraklı çocuk iyi terbiye olmuş yetişkinin elini bırakıp koşuvermiş. “Bunun atları nerede?” Bukowski’nin dudağının kenarı bir başka yere yetişmek üzere kalkacakmış gibi kıvrılmış, yarım gülümsemesi ile “ön kapağın içinde, bakmak ister misin?” demiş. Charlotte, şaşkınlıktan mı, yoksa o esnada ışık yeşile dönüp arabacı atları sürdüğünden mi bilinmez, az daha yere yuvarlanacakmış. “Dur!” buyurmuş.
Hem atların dizginleri elinde sürücü, hem de Buk üstlerine alınmışlar bu emri ve durmuşlar. Charlotte eteklerini toplayıp, şapkasının kurdelesini düzeltirken bu yabancının oturduğu yerde, bir hamakta yatarcasına kaykılmasından biraz işkillenmiş. Ancak makasın kâğıdı kesmesi gibi merak da korkuyu yenmiş.
Arabanın yanına yaklaşmış, “Hani? Ben at filan göremiyorum?” demiş. Bukowski ise meteliksiz yürürken yerde Doors konserine bilet bulmuş gibi neşeliymiş. “Atları görmek için gelip buraya oturmalısın” demiş. Charlotte anlamamış önce fakat Bukowski’nin oturduğu koltukta iyice arkasına yaslanarak, kalçasını öne geri hareket ettirerek eliyle işaret ettiği kucağı, niyetini açıkça ortaya koyuyormuş.
Charlotte refleks ile at sürücüsüne bir bakış atmış. Adam şapkasını yüzüne örtmüş, sol yanına yaslanmış, uyuklamaktaymış. Kendi davranışı insanın gözünden kaçar mı hiç? Charlotte da yaptığını fark etmiş ve korsesinin üzerindeki bluzun üzerine giydiği yeleğini çekiştirerek sırtını dikleştirmiş. O sırada Bukowski dudaklarını büzmüş, avlananların kuş çağırmak için yaptıkları gibi tuhaf sesler çıkartmaya başlamış. “Bayım iyi misiniz?” demiş Charlotte. “Hadi güzelim amma nazlandın, gel de sana atları göstereyim fıstık. Ama sadece sen binebilirsin, eteklerini başka zaman bindiririz” diyerek Charlotte’ın elinden tutup kendine çekmiş. Charlotte daha ne olduğunu anlamadan, atları saklı arabadaki adam onu öpmüş. Her şey öylesine hızlı ve beklenmedik bir şekilde olmuş ki, faytoncunun atları var gücüyle sürüp uzaklaştığını dahi fark edememiş.
“Bayım” demiş, durumun el verdiği kadar ciddiyete bürünerek, “bu yaptığınız pek yakışıksız. Hem şu oturmanıza bir bakın. En serseri, en düşkün insanlar dahi, hele de bir bayanın karşısında asla sizin oturduğunuz gibi oturmazlar. Hem bu az önceki davranışınız”, tam bundan bahsederken sesi biraz çatallanmış ve bu elbette yaşlı kurdun dikkatinden kaçmamış, “bu davranışınızı betimleyecek kelimeleri ağzıma dahi almak istemiyorum. O vakit ben de sizin gibi duygularıma yenik düşmekten ve hırsımın azgın dalgalarında boğulmaktan korkarım. Ne var ki ben…”
“Hadi tatlım uzatma, senin arabacı topukladı, atla da hana gidelim” diyerek başıyla yan koltuğu işaret etmiş Bukowski.
Charlotte bu durumdan hoşlanmamakla beraber fazla seçeneği olmadığının farkındaymış. Hele bir hana varsınlarmış, bu kaba saba yabancıya gereken dersi o zaman verirmiş. Arabanın önünden dolaşırken, hayatında bu kadar garip bir şey görmediğini düşünüyormuş. Diğer kapıya vardığında içinde taşıdığı güveni bir yerlerde düşürmüş olduğunu korkuyla fark etmiş. Ancak Bukowski uzanıp, kapıyı itmiş ve oturması için ona elini uzatmış bile. Charlotte önce bir bacağını kaldırmış fakat kalabalık eteği kapının girişine yığılmış, olacak gibi değilmiş, derken arkasını dönüp kendisini koltuğa bırakmayı denemiş ki, sevgili okur bu sizlerle aramızda bir sır olarak kalmalı çünkü bu onun normalde asla yapacağı bir şey değilmiş! Birine bu şekilde arkasını dönmek, en arsız çocukların dahi akıl edemeyeceği bir kabalıktır. Ancak bu şekilde hiç olmamış, üstündekilerle arabaya sığması pek mümkün görünmüyormuş. Bukowski ise kendisine sürpriz doğum günü partisi yapılan biri gibi neşeliymiş, onun bu başarısızlıklarıyla alenen eğleniyormuş. “Ya da eteğin gelsin, sen kal güzelim” gibi anlamsız şeyler söylüyormuş. “Ne diye gitti ki bu sersem arabacı” diyerek Charlotte ayağını öfkeyle yere vurmuş.
O sırada Bukowski arabadan inip, uzun süredir yağlanmamış ağır bir malikâne kapısının açılırken inlediği gibi sesler çıkartarak gerinmiş. Dönüp yüzünde bu defa şefkatli olduğu su götürmez bir gülümseme ile ona bakmış. “Haydi” demiş, “gel şu ağacın altına oturalım da, bir fayton geçmesini bekleyelim. Bende biraz konyak da var.” Charlotte başka bir seçenek göremiyormuş ancak daha kötüsü görse de başka türlü davranmayacağını hissetmesiymiş. Birlikte yaşlı bir üvez ağacına doğru yürümüşler. Ağacın gölgesine vardıklarında el ele olduklarını fark etmiş Charlotte. Yaban adam, bir anda eski zaman şövalyeleri gibi nazik ve mesafeli davranmaya başlamış. Oturmasına yardım ederken reverans yapmış önünde, yanına ilişirken de gözleriyle izin istemiş. Charlotte ufak bir baş hareketi ile onu onaylamış. Sanki konuşuyorlarmış. Adam cebinden bir mızıka çıkarmış, çalmaya başlamış.
Ezgiler Charlotte’a sıcak bir kucak anımsatmış ve süt kokusunu. “İyice dinlen sonra yola devam et” diye fısıldamış bir ses “yolun uzun ama unutma zamanında eğlenmeyenlerle zaman eğlenir.” Bukowski mızıkası elinde, başı Charlotte’ın kucağındaki yastıkta, çürük dişleri arasından horuldayarak uykuya dalmış. Dağınık saçları tepelerden gelen esintinin peşine takılıp uzaklaşmak ister gibiymiş. Eliyle kucağındaki atın saçlarını yatıştırmış Charlotte, tesadüflerin kumaşıyla dokunan hayata selam edercesine, eğilip öpmüş Bukowski’yi dudaklarından.
Ebru Üzümcü