Bir varmış bir yokmuş. Vakitlerden taze çiçeklerin tüm doğayı bir gelin gibi adeta baştan sona donattığı, peri kızlarının çiğ taneleriyle oynadığı bir bahar başlangıcıymış.
Kendine fethedeceği yeni ülkeler arayan yakışıklı Prens askerleriyle az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, varmış fütursuzca salınan ulu ağaçların olduğu bir bölgeye. Bakmış görmüş ağaçlar içinde haşmetli bir şato. Atını dört nala süren Prens, şatonun kapısına vardığında, kulelerin pencerelerinin birinde yansıyan bir yüz görmüş. Görür görmez de âşık olmuş. Kapıyı daha bir coşkuyla çalmış. Bir kemanın ezgisi narinliğinde bir ses cevap vermiş:
– Kim var orada?
– Ben Prens Rindleheart. Yörenin en güçlü ordusuna sahibim. Cesaret ve kahramanlığımla tanınırım. Lütfen izin verin de gireyim.
– Burada sadece bir kişiye yer yer var.
Bunu duyan Prens deliye dönmüş, aşkından kavrulmuş, saraya döner dönmez danışmanlarını çağırmış huzurlarına ve sormuş:
– Belki ordunuz korkutmuştur Prens’im, diye cevaplamışlar.
Bu sefer ümitle ordusunu ardında bırakan Prens, tek başına bikaç haftalık mesafeye atını dört nala sürmüş. Şatoya vardığında yine aynı soru ile karşılaşmış:
– Kim var orada?
– Ben bir prensim.
– Burada sadece bir kişiye yer yer var.
Cevabı alan Prens yerle bir olmuş. Bu sefer de bütün bilgeleri toplamış başına, demiş ki bilgeler: “Belki de zırhınızdan, kılıcınızdan dolayı kim olduğunuzu anlayamamıştır.” Üzerindeki bütün ağırlıkları bırakan Prens adeta soluğu şatoda almış. Her ne kadar Prens “Ben artık basit bir erkeğim, uşağınızım” dese de aynı sahne tekrarlanmış; yanıt yine aynı, netice yine hüsran olmuş.
Prens bu söz üzerine bütün varını yoğunu terk etmiş, çevresindekilerden nasihat almayı kesmiş, düşmüş tek başına yollara. Bir yedi yıl atsız, zırhsız ve de kılıçsız, sadece doğayı dinleyerek ve yıldızları izleyerek dolaşmış durmuş. Kafasında sadece anlamını kavrayamadığı aynı cümle varmış: “Burada sadece bir kişiye yer yer var.”
Yedinci yılın sonunda şatoya varmış:
– Kim var orada?
– Sen!
Ve kapı ardına kadar açılmış.
Bilincin Odağı
Bu hikâyeyi neden mi anlattım? Bir önceki yazımda bilinç hakkında konuşacağımı belirtmiştim. Sahi bilincin yapısı veya doğası nedir? Hepimiz biliriz içsel olarak ne olup olduğunu, “bilinç” kelimesini sıkça kullanırız, hatta cahil yerine “bilinçsiz” deriz, kimi sadece canlılara özgü bulur, kimi tüm canlı ve cansızlara mahsus bir nitelik olarak görür. Lâkin tanımını gel gör ki o kadar kolay yapamayız. Kısaca “zihnimizi oluşturan etmenlerden biridir” der (bilinç, bilinçaltı, bilinç ötesi, kolektif bilinç…), geçer gideriz. Pekiyi zihin ne, alın size bir esrarengiz kavram daha.
Bahsetmek istediğim bilincin odaklanma yetisi, şimdi yazdıklarımı okuyorsanız muhtemelen bilinciniz şu yazmakta olduğum satırlara odaklanmış durumda yani dışarıya. “Yahu sahi öyle,” dediğinizde bilinciniz kendi düşünce dünyasına yani içeriye yöneldi bile. TV izlerken veya birini dinlerken bilincim dışarıya yönelmiştir, kendimi “bu karakterin veya arkadaşın başına daha neler gelecek yahu?” diye hayıflanırken bulduğumda bilincimin odağı hop yine içerde.
Bilinç ister içeri ister dışarı odaklansın, sonuçta özdeşleştiği yer dış dünyadır; “yapma-etme-kimlik” yani ego dünyası. Pekiyi bilinç sadece kendi üzerine odaklanırsa ne olur? Ne içeriye ne dışarıya sadece kendine. Söyleyeyim hemencecik “var olma” * dünyasına adım atar. “Meditasyon” yapar. Gözlemci statüsüne erişir.
Ya bu hâl sürekli olsa? Sanırım üstatların “rüyadan uyanış”, “aydınlanma”, “gerçeğe varış”, “anda kalış” diye kastettikleri tam olarak bu. Gerçeğe (yukardaki Prenses), sadece ve sadece bilinci kendi üzerinde odaklamakla ulaşılıyor. Egoya değil… Benlik bilincine sıkı sıkıya yapışmaktan ziyade her bir şeyden özgürleşerek. Ego/ Benlik bilincine bağımlılık geliştirmeden, kendini sadece onunla özdeşleştirmeden yaşamak da pekâlâ mümkün. Şimdi şimdi anlıyorum Osho’nun “Eylemleri gerçekte insanlar gerçekleştirmez, insanlar eylemlerin başına gelir” sözünü.
Düşünmede, analiz yapmada ve bütün bu dünyanın nimetlerinin tadını çıkarmada bir sorun yok elbette, karmaşa bütün bu süreçler varoluştan koptuğunda oluşuyor; ayrılık zannı, ıstırap ve kayboluş başlıyor. Varoluş ağacın kökü, yaşamsal faaliyetler ağacın dalları olsa; insan ikisi arasında da gezinebilmeli, yeri gelince “kök”ün huzuru, yeri gelince dalların “keyfi”…
Ya bilincin de gerisinde veya daha doğrusu ötesinde ne var? Kuantum alanı? Sonsuz olasılıklar? Sınırsız boşluk? Sanırım bilinç gizemini bir müddet daha korumaya devam edecek…
*presence
Şeyda Bodur