O, zamanın ötesinde bir deha…
Mimari ve tasarımda bizi dünyaya gururla tanıtan usta sanatçı, değerli tasarımcı, mimar ve heykeltıraş deyince akla gelen ilk isim sevgili Yılmaz Zenger… Türkiye için çok büyük bir değer. İstanbul’un mimarisi, bir kentin doğru yapılaşması ve sanatını şekillendirirken ona ilham veren hayat felsefesini Martı Dergisi için konuştuk.
Sizin duayen bir mimar olarak çok sevdiğiniz bir söz var: “Her görünen nesne, görünmesi gereken başka bir şeyin üstünü örter” bu sözün sizde yarattığı anlam derinliği nedir?
Her şeyin en alt katmanına indiğiniz zaman bir çekirdekler grubu oluşturuyorsunuz. On çekirdekten on ayrı kişi bir sanat icra etse; biri enstrüman olarak heykel yontu aleti kullansa, biri resim fırçası, biri müzik aleti… Ama herkes tek çekirdekten başlayıp kurguladıkları bir resim içinde farklı bir şey kurguladıkları sürece, farklı bir nesne yaratırlar. Böylece bütün nesnelerin, bütün yapıtların en alt katmanına indikleri zaman çok benzeştiklerini görürsünüz. Hani bir laf var, yok birbirimizden farkımız… Aslında nesnelerin de yok, en alt katman çok önemli… Eğer en alt katmandan başlarsanız, yapıt özgün olmak zorunda. Yani onu özgün olmaktan uzaklaştıramazsınız.
Peki İstanbul’un mimarisiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Geçen gün Mimarlar Odası’ndan bir arkadaş geldi bir söyleşi için. “Ben Park Hotel’i yıktıran derneğin başkanıyım, onu yıktıran kişiyim, üçüncü köprüyü durduran kişiyim” dedi, kentle ilgili inanılmaz savaşları var. Park Hotel’in hikayesini benden dinlemek için geldiler, uzun bir söyleşi oldu. O söyleşiyi onlardan izin alıp paylaşabilir miyim bilmiyorum. Ben İstanbul’da büyüdüm. Bir buçuk yaşındaydım; babaannem Antalya’ya geldiğinde annemin kardeşimle ikimize bakamayacağını düşünüp beni alıp götürüyor amcamın yanına İstanbul’a. Anne tarafından dedem müftü, baba tarafından dedem su müteahhiti. Eskiden sular idaresi olmadığı için dedem Beyoğlu’nun su müteahhitliğini yapmış.
Amcam da babasının mesleğini sürdürmüş. Dolayısıyla ben beş yaşındayken amcam elimden tutar birlikte İstanbul’un su kanallarını gezerdik. Dolayısıyla İstanbul’un alt örgüsünü tanıdım. Mesela Küçük Mustafa Paşa’da hamamın suyu kesilir, haber verirler amcama. Tutar beni elimden Sultan Selim’e gideriz. Su kanallarında hasarlı olan yeri tespit eder, bazen bir ekip gönderir bazen kendi ilgilenirdi. Dolayısıyla İstanbul’un üst yapısından önce alt yapısıyla tanıştım. Üç dört yaşındaydım, eve bir kadın gelirdi temizliğe, kocası kayıkçıydı. Cibali iskelesinden Kasımpaşa iskelesine gider, temizlik günü alırlar beni kayığın baş ucuna oturturlardı. Bütün günü kayığın baş ucunda geçirirdim. Haliç’i tanıdım. Haliç benim için bir ıslak pazar yeri. Suyunu tanıdım. Altı yaşında yüzmeyi Haliç’te öğrendim. Bütün kültürleri tanıdım; Balat’ı, Fener’i, Ayvansaray’ı… O kültürlerden arkadaşlarım, onların anneleri benim teyzem oldu, babaları amcam oldu. Dolayısıyla bu hoşgörüyü içime kazıdı. Küçük Mustafa Paşa gibi bir yerde büyüdüm, sustalıyla yaşadım. Serserilik etmedim ama kendimi korumayı öğrendim. Öyle bir yerdi.
Bir kentin mimarisinin doğru şekillenmesinde dikkat edilmesi gereken unsur sizce nedir?
Bir kent, bir insan bedeni, bir canlı bedeni gibidir. Bir canlıyı ne ayakta tutar? İskeleti. Kent önce iskeletinden bakılarak tanımlanır. O iskeleti korumaya aldığınız zaman ancak kentin sağlıklı gelişmesi söz konusu olur. O iskelet eğer yok edilmişse, artık yapacağınız bir şey yoktur. Bir adamın belinden bir şey kırın, ya da ayağından; istediği kadar her tarafı sağlam olsun, ayağa kalkamaz, çöker, ölür ve düştüğü yerde kalır. Bir kentin de iskelet sistemini parçaladığınız zaman, onun ölümünü hazırlamış olursunuz. Kenti yönetmek başka, kenti yeniden üretmek başka… Kenti yönetenler, her zaman o kenti üretemezler.
Sevgili Yılmaz Zenger’e bizi kırmayıp sorularımızı cevaplandırdığı için çok teşekkür ederiz.
Röportaj: Gizem Sözen