Sen hiç savaşmaz mısın kendi zihninle?
Ya da hiç siyahı ve beyazı aynı anda taşıdığın olmadı mı zihninde?
Buenos Aires’e gitmekte olan bir yolcu gemisi içinde bir milyoner, bir satranç şampiyonu ve Dr. B. adında göçmen bir yolcunun rastlantı sonucu karşılaşması ile başlayan öyküde Dr. B’nin gizemli geçmişine geri dönüyor ve Gestapo tarafından bir işkenceye tabi olduğunu öğreniyoruz. Dr. B. bir toplama kampına değil, bir otel odasına konur. Tamamen dış dünyadan kopuk, içinde sadece birkaç gerekli nesneden başka bir şey olmayan bu odada Dr. B. hiçliğe, yokluğa mahkûm edilir. Bu hiçliği şöyle anlatır:
“Bize hiçbir şey yapmadılar –sadece bizi en mutlak anlamdaki hiçliğin içerisine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz. Tek tek her birimizi mutlak anlamda bir hava boşluğuna, dışarıya tümüyle kapalı bir odaya hapsetmekle, sonunda dudaklarımızın açılmasını sağlayacak baskının dayak ve soğuk aracılığıyla dışarıdan değil, ama iç dünyalarımızdan kaynaklanması amaçlanmıştı.”
“Yapacak hiçbir şey yoktu, duyacak hiçbir şey yoktu, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli olarak insanın çevresinde hiçlik, zamandan ve mekândan mutlak anlamda yoksun bir boşluk vardı. İnsan bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu ve onunla birlikte düşünceler de bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu, sürekli gidip geliyordu. Fakat sonuçta düşüncelerin de, ne kadar herhangi bir özden yoksunmuş gibi görünürlerse görünsünler, bir destek noktasına ihtiyaçları vardır, aksi takdirde dönmeye ve anlamsız bir biçimde kendi etraflarında çember çizmeye başlarlar; onlar da hiçliğe dayanamazlar. İnsan bir şey bekliyordu, sabahtan akşama kadar bekliyordu ve hiçbir şey olmuyordu. İnsan tekrar tekrar bekliyordu. Hiçbir şey olmuyordu. İnsan bekliyor, bekliyor, bekliyordu, düşünüyor, düşünüyordu, şakakları ağrımaya başlayana kadar düşünüyordu. Hiçbir şey olmuyordu. İnsan yalnız kalıyordu. Yalnız. Yalnız.”
Yapacak hiçbir şeyi olmayan Dr. B. bir gün yapacak çok şeyi olacağını düşündüğü bir şey ele geçirir. Böylesine hiçliğe mahkûm edilmiş bir insanı çok heyecanlandıran bu şey…
“-bir kitap! Bir kitap! Ve düşünce, kafamda bir şimşek gibi çaktı: Çal o kitabı! Belki de başarırsın ve hücrende saklarsın, sonra da okursun, okursun, okursun, sonunda tekrar okuyabilirsin!”
Satranç, Stefan Zweig’ın İkinci Dünya Savaşı’nın buhranlı döneminde kaleme aldığı ve eşi ile hayatına son vermeden hemen önce tamamladığı eseri. Dr. B.’nin hikâyesi aynı zamanda Zweig’ın içinde bulunduğu karamsarlığı ortaya koymaktadır.
Roman, şiir, öykü, deneme ve oyun gibi farklı türlerde eserleri olan yazarın psikolojiye ve Freud öğretisine duyduğu ilgi onu derin karakter analizine götürmüş ve bu birikimini eserlerinde başarıyla uygulamıştır. Dünya edebiyatında bir biyografi yazarı olarak ün kazanmasının temelinde usta bir psikolog olması yatar.
“Metinin en baskın özelliklerinden birisi ise mimari kurgusunun bütünüyle Zweig’ın uçsuz bucaksız diye nitelendirilebilecek psikolojik analiz yeteneğini ve gücünü temel alması.”
Satranç – Stefan Zweig
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları – Sayfa sayısı: 83
Alev Türkkan – Eylül 2017