İstiklal Caddesi ya da eski ismiyle Cadde-i Kebir’de gezerken başınızı hiç yukarı kaldırıp baktınız mı? Ya da apartmanlara baktınız mı? Nefis heykelleri fark ettiniz mi hiç? Onlar senelerdir İstiklal’in muhafızları.
Virane bir adam gibi o sokak senin bu sokak benim diyerek dolanıp duruyorum sabahın ilk ışıklarından bu yana.
Arıyorum, soruyorum, bulmaya çalışıyorum.
Genç, ihtiyar, çocuk, kadın, erkek önüme kim çıkarsa naif bir dille sormaya çalışıyorum: “A güzel insan Cadde-i Kebir nerededir, bilir misin?”
Hemen hepsi şaşırıyor, hatta ürküyor… Kimisi kaale almıyor, kimisi duymazlıktan geliyor, kimisi ise acıyarak bir bakış atıp, yoluna gidiyor.
Sabah saatlerinde işlerine, okullarına yetişmeye çalışan insancıklar onca telaş içinde anlamsız bir soruya pek de itibar etmiyorlar doğrusu.
Olumlu hiçbir karşılık alamayınca şevkim de kırılır gibi oluyor. Çaresiz şekilde ve biraz da bilinçsizce yürümeye devam ediyorum.
Güneş iyice yükseliyor. Sokaklardaki o sabah kalabalığı da yerini nispeten sessizliğe bırakıyor.Sokağın sessizliğini, karnımdan gelen kazıntı sesleri bozunca birden kahvaltı yapmadığımı hatırlıyorum.
Bereket, karşı kaldırımda bir simitçiyi fark ediyorum. Camekanlı arabası içinde simit satan, kırmızı yemenisini boynuna sarmış tombul teyzeye yanaşıp bir simit istiyorum.
Simit arabasının camına, üzerinde Atamızın silueti olan Türk Bayrağını yapıştırmış ablam. Bayrağa bakıp gülümsüyorum, simitçi abla da bana bakıp gülümsüyor.
Simidimi alıp yürümeye devam ediyorum.
Bulduğum ilk banka oturup mideme kendimi affettirmeye çalışıyorum. Derken kulağıma bir ses çalınıyor. Ağır aksak bir baston sesi yaklaşıyor, yaklaşıyor, yaklaşıyor… Yanı başımda duruyor baston.
Baston sahibi derin bir nefes veriyor, verdiği nefesi geri alıp:
– Sabah şeriflerin hayrolsun delikanlı, oturabilir miyim?
– Günaydın bey amca buyur. Şeref verirsin.
– Sağ ol evladım.
Amca yanıma oturuyor. İki dirhem bir çekirdek.
Elindeki baston siyah renkte. Çok güzel işlemeler var üstünde. Bastonun topuzunda ise çift başlı bir kartal var.
Üzerinde, yelekle birleştirdiği açık gri bir takım elbise var. Bastona yakın renklerde kemer ve ayakkabılar ile de tam bir İstanbul beyefendisi görünümünde. Başındaki fötr ise giydiği kaliteli takım elbiseyle aynı renk. Fötr şapkanın şeridi ve kravatı da belli ki aynı kumaştan yapılmışlar.
Kendisini süzdüğümü fark ediyor. O da beni inceliyor belli. Ama üstüm başımdan ziyade ruh halimi tahlil edermiş gibi bir hali var.
Sorduğu soruyla beni haklı çıkarıyor.
-Ne o delikanlı? Pek bir dalgın, düşünceli oturuyorsun. Bir derdin mi var?
“Yılların tecrübesi tabii” diye geçiriyorum içinden. İhtiyar delikanlı hemen çözdü beni.- Sorma, Bey Amca. Bir soru var aklımda, çok düşündüm cevap bulamadım. Çok sordum, cevap alamadım.
Gülümsüyor:
– Hangimizin soruları yok ki? Bir de bana sor bakalım sorunu, belki cevabın bendedir.
– Sorumdan önce tanışalım. Ben Ali, Ali Kako. Hemen bir alt sokakta oturuyorum.
Bir süre duruyor.
– Enteresan adın varmış Ali Kako. Ben de Zühtü, hemen bir üst sokakta oturuyorum. Memnun oldum.
Ben de memnun oldum.
Tokalaşıyoruz.
– Haydi sor bakalım, merak ettim sorunu.
Ümitle sabahtan beri olur olmaz herkese sorduğum soruyu yeniden soruyorum.
– Cadde-i Kebir nerededir Zühtü Bey Amca, biliyor musun?
Kocaman bir kahkaha atıyor yaşından beklenmeyecek bir dinçlikle. Ben de gülümsüyorum onun kahkahasıyla. Biliyorum elbet Ali, nasıl bilmem. Tam 54 sene orada çalıştım ben. Küçük bir çocukken girdim Terzi Agop’un yanına sonra kendi terzi dükkanımı açtım o caddede. Dile kolay İstiklal Caddesi’nde tam 54 sene terzilik yaptım ben.
– Efendim efendim? İstiklal caddesi mi? Anlamadım.
– Anlaşılmayacak bir şey yok çocuk. Cadde-i Kebir, İstiklal Caddesi’nin Cumhuriyet öncesi adıdır.
Şaşkınlık yüzümde bir yağlı boya tablo gibi tüm hatlarını iyice belli ederken sırtımı yaslıyorum iyice banka.
Sesinde sanki kendinde kızarmışçasına bir tınıyla:
– Nasıl da özledim İstiklal’i. Kaç yıldır uğrayamadım.
Bir anda gözüm parlıyor ve;
– Gitsek mi acaba???
– Efendim?
– Zühtü Amca, hadi kalk gidelim İstiklal’e.
Asıl parlayan gözü o anda görüyorum.
– Neden olmasın?
Bir anda ayaklanıyoruz. Minibüsle Kadıköy, vapurla Karaköy yapıp. Tünele giriyoruz.
Vapurda 72 yaşında olduğunu öğreniyorum. 10 yaşında Rum bir terzinin yanında öğrenmiş zanaatını. 18 yıl ustasının yanında çıraklık ve kalfalık yaptıktan sonra, kendi terzi dükkanını açmış başka bir sokakta. 2002 yılında artık yeter demiş, terziyi devretmiş, kızı ve torununa yakın olabilmek için Anadolu yakasına taşınmış.
Tüneldeki yolculuğumuz sonunda soluğu İstiklal Caddesi’nin kimine göre sonu, kimine göre başı olan Tünel Meydanı’nda alıyoruz.
Yoruldu mu diye göz ucuyla bakarken ben, Zühtü Amca bir yandan hızlıca yürüyüp bir yandan anlatmaya başlıyor:
– Ali Kako, burada bir ömür yaşadım ben, dile kolay 54 yıl geçti kesintisiz. Başımdan geçenleri bir ben bilirim bir de Muhafızlar.
– Muhafızlar mı? Ne muhafızı?
Derken de içimden “Zühtü Amca herhalde gençliğinde olmadık işlere karışmış” diye geçiriyorum.
Sorum karşısında duruyor ve bastonuyla Tünel binasının hemen yanındaki binanın birinci katını işaret ediyor.
Dikkatlice bakıyorum.
Pencerenin üstüne bak Ali.
Aldığım yönlendirmeyle pencerenin üstündeki kadın büstünü görüyorum. Bak, İstiklal boyunca bu muhafızların türlü türlüsünü görürsün. Kimisi kadın, kimisi erkek. Kimisi iblis, kimisi melek. Kimisi grup halinde, kimisi hep yek. Bu muhafızlar, yıllardır, on yıllardır, belki yüz yıldır İstiklal’i korur, kollar, gözler. Ne olup Furthermore, individuals are very compassionate and can easily judge if someone is having a bad time. biterse hepsini görür, duyarlar.
Benim de hepsiyle ayrı bir hatıram vardır.
Misal, şuradaki sakallı olan, yaptığım çapkınlıkları hep benim hanıma yetiştirirdi. Bunları söylerken bir yandan gülüyor bir yandan da göz kırpıyor. Ben hayretler içinde etrafımdaki binaları inceliyorum hızlıca.
Şaşkın şaşkın;
– Zühtü Amca, defalarca İstiklal’e gelmişimdir ama ilk defa dikkatimi çekti bu heykeller.
Hiddetli bir edayla;
– Ne heykeli yahu..? Onlar muhafız, muhafız. Hepsinin ayrı bir bölgesi var. Hepsinin ayrı hikayesi..
Bastonuyla Taksim yönünü işaret ederek;
– Gel yürüyelim şöyle.
Kısa bir yürüyüşten sonra eski, harap, sanki yangından çıkmış bir binanın önünde duruyor:
– Bak, bu binanın muhafızları benim en çok çekindiğim muhafızlardır.
Gözüm binayı tararken, koca binanın tepesinde iki muhafız görüyorum. Bir yandan Zühtü Amca anlatıyor:
– Bu binanın adı ‘Botter Apartmanı’. 19. yy’da zamanının en meşhur terzisi Jean Botter tarafından yaptırılan bu bina Botter ailesinin hem özel hem de mesleki yaşamına hizmet etmiş. Hollanda’dan İstanbul’a göç eden bu ünlü terzi, İstanbul’un kaymak tabakasına ve hatta Sultan Abdulhamid’e de terzilik yapmış. Ne de olsa ben de zanaatkar bir insanım. Bu muhafızların beni zanaatımla ilgili izlediğini ve her sabah-akşam terzilikte ne kadar ilerlediğimi sorguladıklarını bilirdim. Yıllardır İstanbul üst kademesinin moda anlayışına yön veren bu binanın muhafızlarından da başka bir takip beklenmezdi doğrusu.
Yavaş yavaş ilerliyoruz. Zühtü Amca’ya kalsa bir çırpıda meydana varacak ama ben tüm binaları detaylıca incelemeye çalışıyorum, caddenin bir sağına bir soluna geçerek.
Yola devam edip biraz ilerde bir kilise önünde yeniden duruyoruz.
Santa Maria Draperies Kilisesi
Kilise girişinde dua eden Meryem Ana heykelini işaret ederek:Bu kilisenin önünden geçerken aklıma hep annem düşerdi. Sanki sabah sabah hayır dualarını bana buradan gönderirmiş gibi düşünür, içimi bir huzur kaplardı. Ayrıca bu kilise dünyada üzerinde bir halifenin adının yazılı olduğu tek kilisedir. Daha önce farklı yerlerde 2 defa inşa edilen bu kilise buradaki yerine geldiğinde bir yangınla harap olmuş. Yeniden yapılmasına ise Sultan Abdülhamid izin verdiği için adı giriş üzerinde yer alan levhada yazılıdır.
Zühtü Amca beni tarih içinde çok eğlenceli ve eğitici bir gezintiye çıkarmış gibiydi adeta. Yolumuza devam ediyoruz.. Odakule’yi geçip, Yapı Kredi Kültür Merkezi’nin önünde yeniden duruyoruz. İngiliz Konsolosluğu’na giden sokağın İstiklal Caddesi ile kesiştiği köşedeki dar cepheli binaya bakıyor bu sefer. Başlıyor anlatmaya; Muhafızların varlığını ilk olarak bu iblisle fark ettim. Korkutucu gibi görünmeye çalışan şapşal bir şeytan işte. Sonra sonra, çok yakın arkadaş olduk. Gülmeye başlıyor ve;
– Mektepli koydum adını. Mektepli ile her sabah selamlaşır gecenin havadislerini alırdım ondan.
Kendi kendine mırıldanarak; Selam olsun Mektepli! Var mı yeni havadisin bana? Yoksa sen de ben gibi emekli mi oldun bre iblis. Peh, İblisler hiç emekli olur mu?
Birkaç adım daha atıp Galatasaray Lisesi’nin önüne geliyoruz. Önünden geçerken Lise kapısının yanındaki balıkları gösteriyor.
– Bak, bu balıklar da talebeleri takip ederdi.Uygunsuz bir hareketleri olursa olanı biteni muallimlere aktarırlardı. Dersi kıranların vay haline. Anında istihbarat ulaştırılırdı yönetime.
Yürümeye devam ediyoruz. Birkaç adım atıyoruz ve hemen durup tam cepheden lisenin karşısında kalan Beyoğlu Han Binası’na dikkatlice bakıyor:
– Ali; İstiklal üzerindeki belki de en yakışıklı Muhafızlar Beyoğlu Handa yaşar. 1800’lü yılların sonuna doğru yapılmış bu bina. İlk yapıldığı yıllarda giriş katında atların bağlandığı bir bölüm ve hemen üstünde de at sahiplerinin gecelemesi için odalar bulunurmuş. Tam bir han anlayacağın. Ama şimdi atların olduğu yerde bir pastane, odaların olduğu yerde de gelinlik mağazası var.
Dedim ya en yakışıklı muhafızlar bunlar diye. Belki de seyahat esnasında gelip burada kalmaya karar veren kervanlarla gelmişlerdir diye düşünürüm hep. Ne dersin olabilir mi?
– Olur tabi Zühtü Amca olur… Neden olmasın?
Ben, gördüklerim, duyduklarım ve Zühtü Amca’nın heyecanlı sesi karşısında adeta bir masaldaymış gibi ağzım kulaklarımda şaşkın şaşkın etrafa bakarak, Terzi Zühtü’nün peşinde yürümeye devam ediyorum.
Yüz metre ilerliyoruz. Çiçek Pasajı’nın önünden geçerken Zühtü Amca’ya bakıyorum. İstiklal’in neredeyse simgesi olan bu binayı Zühtü Amca’nın pas geçmesi dikkatimi çekiyor.
– E Çiçek Pasajı?
Dertli, dertli;
– Devam et evlat o hanımları sevmem. Bana olmadık anıları hatırlatıyorlar.
Basmamam gereken bir damar olduğunu fark ediyor ve devam ediyorum.
Kimler geldiiii, kimler geçti buradan. Önünden her geçişte ayrı bir meşhur simayı görmek mümkündü buralarda. Ünlü simaları bir kenara bırak, bu binanın asıl meşhur olan kısmı yine muhafızlarıdır. Sağına ve soluna melekleri almış şeytanı görüyor musun?
İyilikle kötülüğün bir arada olduğu nadir muhafız birliklerinden biridir Yeşilçam Muhafızları. Tıpkı bizler gibi aslında. Hepimiz ne tam iyiyiz ne tam kötü. Ne meleğiz, ne şeytan.
Sağ ve sol omuzlarda, kulağımıza fısıldayanlar işte yukardan bizi kolluyorlar bak. Şeytan’ın keyfi pek bir yerinde gibi. Neden acaba Ali? Neden dersin?
Gülüyoruz karşılıklı imalı imalı.
Muhafızlar hakkında konuşa konuşa ilginç yolculuğumuza devam ediyoruz. İrili ufaklı hikayeler anlatmayı bırakmıyor Zühtü Amca.
Taksim Meydanına yaklaştıkça adımları ağırlaşıyor. İç geçire geçire;
-Nede olsa yaşın verdiği bir yorgunluk var artık.
– …..Ali; yolumuzun sonuna geliyoruz. Sana en kıymetli muhafızı göstereceğim. Zaten en kıymetlisi olduğu için de onu sona bıraktım.
Fransız Konsolosluğu’nun da önünden geçip Taksim Meydanına çıkıyoruz.
Cumhuriyet Anıtı’na doğru ilerliyoruz. Anıtın önüne gelince şapkasını çıkarıp başıyla saygısını belirten bir selam veriyor.
Bana dönüp; “İşte İstiklalimizin en büyük muhafızı”, diyor.
Mustafa Kemal!
Ayhan A. Birlik