Yıllar önce bir belgesel izliyordum…
1990’larda, yıllar sonra Columbine Lisesi Vahşeti diye anılacak bir olay yaşandı. İki genç detaylı ve ciddi bir ön hazırlık sonrası, liselerine gidip âdeta kin kusmuşlar, kantinde, kütüphanede, okulun bahçesinde karşılarına çıkanı tarayıp en son olarak intihar etmişlerdi. Bütün ülke (A.B.D.) çalkalanıyordu. Konu hakkında hatırladığım bir belgesel bile yapıldı.
Benim sinema salonunda denk geldiğim, bireysel silahlanmaya dair olup istatistiki verileri-yasaları-günlük hayat gerçeklerini ülkeler arası karşılaştırmalı olarak sunan, farklı başlıkta bir programdı. Bazı ülkelerde silah sağlamak bakkaldan çiklet almak kadar basitti, sadece yaşınızın tutması yetiyordu. Bu ülkelerde daha çok korku odaklı yayınlar yapılıyor; izlenme oranının yoğun olduğu zamanlarda ekranlarda bu tür içeriklere öncelik veriliyordu.
Programın orta yerinde ünlü ve acı olaydan da dem vuruluyordu, yani Columbine Lisesi’nden, sahi ne olmuştu o talihsiz gün orada ve neden olmuştu? Çevrenin bu sonuçlarla bir ilişkisi var mıydı/ veya olan bitene dair herhangi bir bulgu? İnsanların konu hakkındaki fikri neydi? Ve eğer hayatta olsalar bu iki gence söyleyebilecekleri nelerdi?
Herkesin Bir Diyeceği Var
Herkes konuştu, eğitmenler, psikologlar, psikiyatristler, okul müdürleri, komşular, yetkililer-yetkisizler, anneler-babalar ve hatta politikacılar. İki kişi hariç. Zaten isteseler de konuşamazlardı. Zira çok geçti. Yalnız herkesin bu iki gence ne çok diyeceği şey vardı. Ne çok şey biriktirmişlerdi eteklerinde. Neler neler söylendi, neler neler tavsiye edildi, neler farklı olabilirdi, ne gibi tedbirler alınabilirdi, müfredatın aksayan yönleri nelerdi?
Sadece bir rock yıldızının söyledikleri hayli yüreğime dokundu, bütün vücudu dövmeler içinde ve her bir yerini deldirerek çeşitli aksesuarlar takacak kadar çılgın ve cesur insanlardan. Hani vardır ya sadece farklı oldukları- göründükleri-düşündükleri için yaklaşmaya-yakınlaşmaya çekindiğimiz kişilerden, bizim esas oğlan da işte tam öyle biri…Kameraya şefkatli bir biçimde bakışını ve “Hiçbir şey söylemezdim, sadece onları dinlerdim” deyişi bugün bile kulaklarımda…
Dinlemek
Gerçekten birileri onları dinlese ne derlerdi acaba?
Katliam sonrası ortaya çıkan günlük notlarına göre bu iki gencin sosyalleşme sorunları vardı, kolayca diğer öğrencilerle kaynaşamıyorlardı. Günlük hayatlarını kimselerle paylaşamıyorlardı. Bir tanesi aşırı utangaç olup aşkını açıkça ifade edemediği bir sevdiği vardı. Öbürü yıllar boyu ailesinin taşınmasıyla oradan oraya sürüklenerek sıkça okul değiştirmişti. Hiçbir yerde tutunamamış, hep alay konusu olmuştu. Arkadaş edinemiyorlardı. Sonuçta olan olmuş, bu iki yalnız ruh birbirini bularak bütün birikmiş öfkelerini çevrelerine kusmuşlardı.
Gerçekten birileri onları dinlese ne derlerdi acaba? Yalnızlıklarını paylaşırlar mıydı? Dışlanmışlıklarını itiraf ederler miydi? Destek isterler miydi? Dipte onları yakıp duran acılarını ifade edebilirler miydi? Sessiz çığlıkları daha erken duyulabilir miydi? Bir sürü canın yanması önlenebilir miydi?
Sadece dinlense…Ne derlerdi acaba?
Kimse kimseyi dinlemiyor, dinleyemiyor. Yerimiz dar, yenimiz dar, vaktimiz yok, toleransımız az, konsantrasyon desen hak getire. Sıranın kendimize gelmesini beklemek, kafamızın içindekileri evire çevire tekrar tekrar pişirmek varken…Oysa dinlemek sevgiyi paylaşmanın en anlamlı aracı, oysa dinlemek anda kalmanın en kolay pratiği, oysa dinlemek başkasının kalbine giden en kestirme yol. Özetle başkasına verebileceğimiz en güzel hediye…
Bir Varmış Bir Yokmuş
Kralın biri ölümsüzlüğe kafayı takmış. Söylentiye göre Anahakan adındaki gül fidanı açtığı bahçeye ölümsüzlüğü hediye edermiş. Kral bu gülü bulmuş ve ektirmiş ektirmesine ama gül fidanı bir türlü açmıyormuş. Bütün ülkenin en iyi bahçıvanlarını getirtmiş yine de nafile.
En usta bahçıvanların bakımı bile işe yaramamış, üstelik canlarıyla ödemişler bunun bedelini. Derken günün birinde genç bir adam bu işe talip olmuş. Kral bu tecrübesizi görünce hayli şaşırmış, “Haklısınız kralım, derler ki uzmanların kafasında bir çözüm olurken, acemilerin birçok çözüme açılan boş bir zihinleri olurmuş”. Cevap karşısında şaşkına düşen kral gence bir şans tanımaya karar vermiş, sonuçta kaybedeceği hiçbir şey yokmuş.
Gel zaman git zaman genç adam herkesi şaşırtmaya devam ediyor, günlerce gecelerce bir şey yapmadan gülün etrafında dolanıp bekliyormuş. Kral onu çağırıp eden hâlâ neden bir şey yapmadığını sorduğunda, ısrarla öncelikle gülü dinlemek istediğini söylüyormuş. Günler geceleri, mevsimler birbirini kovalamış, bizim genç bahçıvan bıkmadan yılmadan “Ey gül derdin sıkıntın nedir, can-ı gönülden dinlemeye hazırım,” dermiş.
Gecelerinden bir gün, rüyasında gül fidanının köküne yakın bir yerde uzun ince siyah bir yılan görmüş, gülün çektiği acıyı derinden hissetmiş. Uyanır uyanmaz toprağı kazarak fidanı siyah yılandan kurtarmış, yılansa hızla gözden kaybolmuş.
Kısa bir süre sonra gül fidanı açmış, dünyanın en narin, en zarif, en nazlı, en hoş kokulu gülleri tüm bahçeyi kaplamış, kralın yüzü gülmüş, “Bundan böyle baş bahçıvanım sensin” demiş. Ancak kısa bir süre sonra kral hastalanmış, ölüm yatağında bilge olduğunu sonradan anladığı bahçıvana merakla dönmüş:
“Hani bu gül ölümsüzlük getirecekti?”
“Getirir getirmesine kralım, sadece onu dinleyene…”
Kralın ellerini son bir kez saygıyla öpen bahçıvan soluğu tekrar bahçede almış; yıldızların altında gülleri öpe koklaya sevmiş. Artık her bir yıldızı selamlayıp, her bir çiçeğe ilgi gösterecek zamanı varmış, tüm zamanlar…