Hiçbir mevsime mektup yazmayı düşündünüz mü? Ya da bir mevsimle mektuplaştınız mı? İşte genç bir yazarı yaza mektubu ve yazın ona cevabı. Yazarın cevabı ise ağustosa…
Yaz mevsimi biraz rötarlı da olsa sonunda kapımızı çaldı. Kendini ara ara gösterip bir anda kaçan yakıcı yaz güneşi mevsimin habercisi. Hava durumları meteorolojik telden çalarken, piyasalar da yaz tatili metasını oldukça etkili kullanmakta. Yaz diyetleri, yaz albümleri, otel listeleri, rezervasyonlar, beyaz kumsallar, solaryum, tatil köyleri sözcükleri 9 aylık bir aradan sonra yeniden moda olunca insan ister istemez kendini sorguluyor. Benim için yaz ne anlama geliyor diye. Yaz, dil bilgisi bazında üç kelimeden oluşup da literatürde anlamı en derin olan kelimelerden bir tanesi. Hal böyle olunca insan TDK tadında bir tanım konduramıyor bu mevsime. Düşünmek istiyor, irdelemek, kurcalamak ve çekiştirmek bir tarafından.
Ben ‘y’ harfinden başlayarak işe koyuldum. Ardından ‘a’ harfiyle dolu uzun bir düşünce treni yaklaştı bir sonraki durağa. ‘Z’ harfine ulaşana dek öyle uzun bir yolum vardı ki gramere kızmadan edemedim bu kez. Böylesine uzun bir sözcüğü neden üç harfe sığdırdı diye. Madem iç hesaplaşma yaşayacağım dil bilgisiyle, o zaman yaz sözcüğünü cebime atıp yola çıkma zamanıdır dedim kendime. Yaz trenine atladığım gibi soluğu ilk vagonda aldım. Yokladım çevremi, kolaçan ettim şöyle bir ne var ne yok diye. Zihin labirentlerinde bir rehberiniz yoksa kaybolmanız işten bile değildir. Bu tren de öylesine asimetrikti ki, yaz ayını bulana kadar akla karayı seçtim.
Buldum. Business vagonda oturmuş, bir elinde dergisi diğer elinde kahvesi oturuyordu başköşede. Yanına yanaşmaya cesaret edemedim önce. Etrafı kalabalıktı; malum en revaçta olduğu zamanlardı yazın. Diğerlerini ite kaka yanına gitmeyi becerdim. Beni görmezden geldi önce. Pek iyi değildi aramız son zamanlarda ben kendisini çok sıkıştırdığım için. Kolundan tutup ‘Benimle geliyorsunuz Yaz Efendi’ dedim. Önce direndi, fakat direnişinin kar etmeyeceğini bildiğinden uslu uslu önüme düştü. Trenin sonunda bir kompartımana girdik ve bakıştık önce. Suçlu suçlu baktı bana, kabahatim var dercesine hem de.
Nedir derdin, dedi. Sustum. Gözlerim uzaklara daldı bir an, sadece susmak asıl olan dedim. Kelimelerin gücüne değil, suskunluğun asaletine bırakmak kendini. Yaz güneşinin yakıcı sıcağında susmak, tüm kuşlar öterken. Susmak üzerine bir roman bile yazabilecek kapasitede hissettiğim an kendimi, yazın bakışlarını üstümde hissettim. Sorguluyorsun değil mi dedi. Evet, huzursuz ruhlardan biriyim ben de. Tüm parçalarım evrenin dört bir tarafına eşit bir şekilde dağıtılmış da ben de ömrümü onlara adamış, tüm parçaları toplayıp yapbozu tamamlamakla mükellefmişim gibi, dedim. Gülümsedi inceden. Seni bilmez miyim ben? 20 yıldır her üç ayımız beraber geçiyor seninle, dedi. Ben de gülümsemesini karşılıksız bırakmayarak devam ettim lafıma. Bu da neden seni buraya çağırdığımın farkında olduğun anlamına gelir, dedim.
Öne eğildim ve bakışlarımı üzerine diktim yazın. Söyle bana, dünyanın diğer köşelerinde neler yapıyorsun? Sadece ekvatorun kuzey yarımküresinde yer alan bu orta kuşak iklimde yaşanmıyorsun ya! Bilmeye ihtiyacım var bu kez. Sana tekrar yakın hissedebilmek için kendimi, 7 milyarın üstündeki etkini bilmem gerek, dedim. Ciddileşti birden. Vakur bir edaya bürünerek bana dik dik baktı. Dünya aşkın değil mi, dedi. Başımı salladım yavaşça. Peki diğerlerini de sorguladın mı benim gibi, dedi. Bir tek sen kaldın, dedim. Gözlerini kırpıştırdı ve ellerini birbirine kavuşturdu. Sana bir mektup yazacağım ve en kısa zamanda ileteceğim dedi. Neden şimdi anlatmıyorsun dediğimde ise bana şu cevabı verdi: Sessizliğe ihtiyacın var, seslerin arasında kaybolmaya değil dedi.
O gün onu orada bırakarak yoluma tek başıma devam ettim. Yazın mektubunu beklerken günler geçti, hiçbiri de selam sabah vermeden hem de. Bir gün artık tam ümidimi kesmişken yazdan bir mektup aldım. Üstünde güneş resmi olan bir zarfın içine koyulmuş kalın bir mektup. Heyecanla açtım içini. Bir yeşil çay vardı içinde, üstünde ‘beni iç’ yazılı. Alice karakterini sevdiğimi çok iyi bilirdi. Okumak için ihtiyacım olan gücü aldım fenerin ışığından. Deniz kenarına oturup bir iç çektim. Çay fincanını elime alıp mektubu okumaya başladım.
Sevgili Bahanur,
Beni ne kadar çok sevdiğini biliyorum ve mektubu yazmak günler aldığı için özür dilerim. Uğramam gereken ülkeler, mutlu etmem gereken insanlar vardı. Aklımın bir köşesindeydin ve her kıtada adını andım. Bu seni mutlu eder umarım. Biliyorum, adının her yere sinmesini istiyorsun bir şekilde. Bu da bende güçlü bir egonun olduğu izlenimini uyandırmıyor aslında. Sen dünyaya aşık olduğun için her zerrenin bir kıtada olmasını istiyorsun. Olacağına inancım sonsuz. Gelelim asıl meseleye. Üzerinde benim bile çok az düşündüğüm bir konu hakkında konuşmak oldukça tuhaf geldi bana. Mevsimin ta kendisi olarak ben, kendimi anlamlandırma çalışmalarına başladım.
Beni bilirsin, umarsız biriyimdir. Nerede neşe, eğlence varsa oralara giderim. Güneşle olan sıkı işbirliğim de bundan ileri gelir. Biz gittiğimiz her yere neşe götürmeyi severiz. Sen sorguladın ya şimdi beni, elim ayağım birbirine dolaştı. Tam da havamdaydım eğlenmek için Türkiye semalarında. Şimdi üzerinde düşünecek bir sorunum oldu. Ben ne yaparım dünyanın diğer yerlerinde ve insanlar nasıl etkilenir benden diye. Sanırım merakını tatmin edebilecek bir cevap verebilirim sana bu mektupla.
Ben, yaz mevsimiyim. İlkbahardan sonra, sonbahardan önce gelirim. Kış ile hiç karşılaşmadım bu zamana kadar. Zira birbirimize gece ve gündüz kadar zıtız. Ne ben onu anlarım ne de o beni. İyi ki aramızda baharlar var da birbirimizin yüzünü görmüyoruz. Benim temel işlevim onun kasvetli havasından insanları uzaklaştırmak, asık suratları güldürmek ve sizi ısıtmaktır. Sanırım bu benim maddi işlevlerim senin nezdinde. Sevilen ve oldukça popüler bir mevsimimdir ben. İnsanlar adımı gülerek telaffuz eder ve bir an evvel benim şehirlerine gelmemi beklerler. Hayaller hep yaz mevsimi üzerine kurulur. Sen hiç kış ve mutluluğu aynı cümle içinde kullanan insan gördün mü? İmkansızdır zaten! Kışın o meymenetsiz yüzüyle kim mutluluğu bağdaştırabilecek kadar delidir? Tanımadım bugüne kadar öyle birini.
Ben mevsimlerden ikinciyim. İlkbahar en yakın arkadaşımdır ve sizi bana hazırlar hafiften üç ay boyunca. Sonra birden sizi benim kucağıma atar ve birlikte 3 ay boyunca mutlu oluruz. Tabii bu enlemden enleme değişir. Ekvatorla ahbabız. Zira her gün birlikteyiz kendisiyle! Biraz yukarılara çıktıkça kaçamaklar yapmıyor değilim! Tropikal ve savandan biraz aşağı ya da yukarı çıkınca beklentilerim artar. Çünkü orta kuşak bana bayılır. Senin ülken de buna dahil. Dört gözle beklerler benim gelmemi. Geleyim ki tatil sezonu açılsın, yaz coşkusu sarsın dört bir yanı!
İspanyasından Türkiyesine, Amerikasından Japonyasına, İranından Slovenyasına hepsi beni anar uzun kış günleri boyunca. Ben de heyecanla beklerim o günlerin gelmesini. O günler gelince bilirim ki sevinçle karşılanacağım ve herkes tek tek sarılacak bana. Değerim biliniyor buralarda. Hele bir de kutuplara yakınsa uğrayacağım yer değme keyfime! Öyle bir heyecan ve mutlulukla karşılar ki beni kutupların sarışın insanları, hiç bırakasım gelmez onları. Hep oralarda kalayım derim; çünkü oralarda pek sevilirim.
Üzüldüğüm noktalarda var tabii. Mesela kelebek ömürlü yaz aşkları. Sahillerde el ele dolaşan çiftler ben gidince eksilirler. Eski neşeleri kalmaz. Sona yaklaştıkça insanların telaşı artar ya hani, işte onu hiç sevmiyorum. Ben giderken bir hüzün doluyor içime. Üzüntü ve mutluluk nasıl birbirini tamamlıyorsa, ben ve ayrılık da bir elmanın iki yarısıyız. Acı ama gerçek…
Mektubumu burada bitiyorum. Umarım iyisindir oralarda. Şimdi sonbahar, kışın gizli dostu, sen de hüzünlüsündür sarı yapraklar yüzünden. Sana birkaç hediye gönderiyorum olduğum yerden. Umarım beğenirsin.
Yakın zamanda görüşmek üzere,
Mektubu okumayı bitirip simetrik bir şekilde katladım. Gülümsedim yine. Gülümsetir çünkü yaz beni, ama ona pek belli etmem. Şımarıverirse vay halime! Depresiflikle delilik arasında ince bir çizi var aslında. Bir adım öte kaydın mı her şey tepe taklak oluverir. Sanırım o anda bunu hissettim kendimde. Mektubu unuttum bir süre, hayatıma devam ettim. Kış geldi geçti ve en güzel selamıyla ilkbahar geldi. Mayıs ayında doğduğumdan mıdır nedir, ilkbahara aşığımdır ben. Yaz da bunu bilir ve sanırım bizi kıskanır. İlkbahar da alçakgönüllü tavırlarıyla yazı çileden çıkarır. Ben de izin veririm aslında, yaz biraz kendine gelsin diye. O havaları çıldırtır beni yazın, ben de ilkbaharın alçakgönüllü kanatları altına sığınırım.
O günden öyle oldu. Doğum günüme çeyrek kala buluşmaya karar verdim baharla. Kafamı şu yaz konusu çok karıştırıyordu. İlkbahar dinlerdi beni, ona anlatmalıydım. Zihin labirentlerine dönmeye karar verdim; zira ilkbahar oralarda çok gezer. Bileti bu kez kuzey ülkelerinden birine aldım. Tahmin ettiğim gibi, kıyının birinde oturmuş beni bekliyordu. Güneşin o cılız ışıklarının ısıtmaya çalıştığı buzul insanları da etrafta cirit atıyordu. Güneş nereye dönerse onlar da oraya… Dalgaların akışına bırakmışlardı umutlarını sanki. Mutlulukları da uzaklara demir atmış gibi duruyordu. Yaz gelince yüzlerindeki o iğreti gülümseme de yerini gerçek olana bırakır diye umdum. İlkbahar o dostane bakışlarını bana dikmiş gülümsüyordu. Ben de gülümsedim. Bir yerlere oturalım dedim, sohbetimiz uzun sürecek bu kez.
Deniz kenarında terk edilmiş izlenimi uyandıran salaş bir kafeye girdik İlkbaharla. Sigur Ros ezgilerini duyunca içim ısındı. Kendimi güvende ve huzurlu hissettim. ‘Takk’ albümü mü bu çalan dedim gelen orta yaşlı garsona. Başıyla onayladı usulca. Elbette, onların diyarındaydım. Kim çalabilirdi burada başka! İlkbahar sevincimi yüzümden okumuş olmalı ki, büyülendin dedi. Evet büyülenmiştim. Yaza hazırlanan güzelim gayzerler ülkesinde Sigur Ros eşliğinde ‘yaz’ konusunda konuşmak güzeldi çünkü. Kendimi evimde hissediyordum. Sıcak battaniyemin altında, oyuncak ayıcığıma sarılmış… Silkindim daldığım düşlerden ve hafifçe öksürüp kendime birkaç saniye kazandırdım sohbete başlamak için.
Daldığım düşlerden sıyrıldım ve ilkbahara döndüm. Yaz bana çetin bir soru sordu ve ne yapacağımı bilmiyorum, dedim. İlkbahar hayretle kaşlarını kaldırdı. Senin cevaplandıramadığın soru var mıydı yahu, diyerek beni güldürdü. Dudaklarım titredi, gülmekten çok somurtmaya benzedi bu kez yaptığım. Ah bir bilseydi kafamda cevaplandıramadığım ve beni boğmak üzere olan ne kadar çok soru vardı! Beni uzak diyarlar aşığı yapan aslında kaçtığım gerçekler miydi? Muamma. Hepsi bu zamana kadar muamma olarak kalmıştı işte, ta ki yaz bana o malum soruyu sorana kadar. O benim için ne ifade ediyordu aslında?
İlkbahar elimden tuttu ve beni sahil boyunda bir yürüyüşe çıkardı. Hafiften üşüdüm ve bir anda onlarca çiçek üstüme doğru esti. Çiçeklerden battaniye harika fikir, dedim ilkbahara. Rica ederim, dedi ve ciddileşti. Neyin var senin, diye sordu. Sonunda, dedim içimden. Sorguluyorum, düşünüyorum ve anlayamıyorum, dedim. Tuhaf tuhaf baktı yüzüme. Henüz delirmedim, kendine gelebilirsin dedim bu kez. Tedirgin bir rahatlama geçti gözlerinden. Daha iyisine ihtiyacımız var, dedi ve bir anda kendimi çiçeklerle dolu bir çayırda buldum.
Peru’ya geldik, dedi. Şaşırmadım aslında, bunu sık sık yapardı. Burası İnkaların bir zamanlar yaşadığı ve güneş saati gibi icatlarını yaptıkları yer, dedi İlkbahar. Machu-Picchu diye fısıldadım. Sevdiğini biliyordum, dedi. Heyecanla yürümeye başladım antik medeniyetin kalıntıları arasında. Antik mi! Hayır değildi! Burada insanlar yaşıyordu ve ileride bir grup insan gördüm. Korktum başta ama ilkbahar yatıştırdı beni. Korkma, onlar seni göremez dedi. Zaman ve mekan kavramının dışında bir yerlerdeydik demek ki. Paralel evren mi, diye sordum. Hayır, sadece yansımalar dedi. Güçlü yansımalar. Zihnimizin bir köşesinde var olan ama bizim göremediğimiz anılar ve izlenimler. Nasıl olur, dedim. Ben 2000’li yılların dünyasında yaşıyorum, Machu-Picchu ise en az 1000 yıllık bir medeniyet! Reenkarnasyondur belki kim bilir, diyerek omuz silkti. Sanırım seni kaynağına getirmek iyi olurdu diye düşünmüştüm, diyerek devam etti İlkbahar. Neyin kaynağına, dedim. Yaz ayının kaynağına, dedi. Güneş saati icat etmek istemelerinin nedenlerinden birinin yaz ayına duydukları sevgi olduğunu düşünüyorum. Şaşırdım kaldım o anda.
Her neyse dedim ve bir taşın üstüne oturdum bacaklarımı uçurumdan aşağı sallayarak. Alabildiğine özgürken dünyanın en yükseğe kurulmuş olan medeniyetinde, dert mi kalırdı insanda. Düşecek gibi oldum, sendeledim manzaranın güzelliğinden ve doğanın asaletinden başım dönmüş bir şekilde. İlkbahar tuttu beni omuzlarımdan. Kayanın üstüne uzandım yavaşça ve gökyüzünü izlemeye başladım. Neden oradaydı ve ölümsüzdü gökyüzü, herkes tek tek veda ederken? Keşke gökyüzü olsam diye geçirdim içimden o an. İlkbahar düşüncelerimi okumuş olmalı ki, o kadar da özenme dedi. Neden diye sorduğumda ise, ölümsüzlük işkencedir, ruh kurtuluşa bedenini terk ederek erer, diye cevap verdi. Düşünce bulutu geçti üstümüzden bir an. Anlatabilirsin dedi, İlkbahar. Ben de başladım.
‘’Yaz içimi acıtıyor İlkbahar. Çünkü ben diğerleri gibi selamlayamıyorum onu sonsuz bir hoşgörüyle. Her şey geldi geçti de, ona olan kızgınlığım dinmek bilmedi. Kış ayına bile daha az kızgınım. O daha dürüst yazdan. Bana hiçbir zaman mutluluk vaat etmedi yaz gibi. Yaz gülümsedi bana ve her seferinde ona kandım. Onun olmadığı bir evrende doğmalıydım ben. O beni görmezdi, ben de onu. Hayatlarımıza sorgulamadan devam ederdik böylece. Sorgulamayalım demiyorum elbette, asla demem. Sorgulamadıktan ve beyin süzgecimden geçirmedikten sonra hiçbir şeyi kabul etmem bilirsin. Hayır, ben bir fanatik değilim. Sadece gerçeğe aşık bir homo sapienim. Her homo sapien gibi, ben de evrime muhtacım. İçimde evrilmedikten, acı çekmedikten sonra istediğim noktaya asla varamayacağım. Yaz ayları hep engel bana, çünkü insanlar sahteliği seçiyor güneşle bir olup. Her şey daha bir sevimli gözükmeye başlıyor ve yalanlar erdem sayılıyor bu mevsimde. ‘’ dedim.
Vakur bir edayla dinledi İlkbahar. Sözümü asla kesmedi. Sessiz bir müzik yarattık o an orada. Doğanın müziğini dinledik, ben ellerimi başımın altına almış gıpta ettiğim gökyüzünü ve onun yüceliğini izlerken. Orada on yıl kalabilirdim hiç sıkılmadan sorgulamadan. Baharla birlikte yaşayıp giderdik, mutlu olurduk. Ama o bana ait değildi, hiç kimseye ait olmadığı gibi. Yaz da öyle. Bu gerçek de açıkçası çıldırttı beni ve daha bir depresifleşti konuşmam. Devam ettim.
Tam o anda bir ses duydum birkaç metre ötemden. Biz kız çocuğu sesi… Arkamı döndüğümde sırtı bana dönük dalgalı saçlı bir kızı fark ettim. Elinde bebek vardı. O da nesi! O bebeği tanıyordum ben. Benim papatyam değil miydi o? Kız birden arkasını döndü ve cevap verdi sanki içimi okumuşçasına. Evet, biz hala papatyayla oynuyoruz ama sen yoksun diye. Bendim o. 9 yaşındaki ben. Gülümsedim yavaşça kıza. O da bana gülümsedi. Baktım dişleri eksik hala. Jules Verne okumaya devam mı, dedim. Kafasını aşağı yukarı salladı. Yanıma yanaşıp bana kocaman sarıldı. Öyle çok özlemiştim ki onu, doyasıya sarılıp öptüm. Kucağıma aldım papatyayla ikisini. İlkbahar’a döndüm ve sessizce teşekkür ettim. Bunu neden yapıyorsun, dedim. Seni yazla barıştırmayı planlıyorum uzun vadede. Kısa vadede ise, seni mutlu etmek için, dedi. Küçük ben papatyasını sallarken kucağında, ben de onu salladım yavaşça. Ellerimden kayıp gidecek diye öylesine korkuyordum ki, kollarımı gevşetmiyordum bile.
Bir yaz ayıydı diye başladım…’Doğduğum ve birinci sınıfa kadar yaşadığım o güzel yerden bir anda koparıldım. Bana kimse mutluluğumu sormadı ya da mutsuzluğumu. Sadece alıp götürdüler beni ve oyuncaklarımın yarısı çöpe atıldı. Kurtarabildiğimi kurtardım o hengamenin içinde. Bir otobüsüne bindirildim zorla ve çok sevdiğim dedemle anneanneme buzlu bir camın ardından veda ettim 90’lı yılların sonunda. Hiçbir zaman sevemediğim bir şehre getirildim ve orada kendi dünyamın inşasına başladım. Madem kabul edilmiyordum herkesin yaşadığı ortak dünyaya, ben de kendi dünyamı kendim kurardım! Parayla değildi ya. Jules Verne ve Dostoyevski ile küçük yaşta tanışma şerefine erişip, dünyamı kurmamda yardımcı oldukları için tüm kitaplarını okuyarak onlara teşekkür ettim.
Herkes yaz tatillerini ailesiyle bir yerlerde harcarken, ben mutfakta kitaplığım yaptığım raftan hangi kitabı okuyacağıma karar vermeyi seçtim. Heidi ilk okuduğum kitaptı ve öylesine ağlamıştım ki Heidi köyünden alınıp götürüldüğünde. Kendi acım aklıma gelirdi ve başlardım ağlamaya. Benim Peter gibi bir arkadaşım ya da onun büyükannesi gibi dertlerimi anlatabileceğim biri de yoktu. Öylesine terk edilmiş ve ıssız bırakılmıştım ki. Herkes neden yaramaz olduğumu merak ediyordu, neden zarar verdiğimi. Çünkü incinmiştim ve insanların bunu fark etmesini bekliyordum kendi çocuksu yöntemlerimle. Kırdığım insanlarla aslında arkadaş olmak istiyor, onların arasına girmek istiyordum.
Kimse beni ve Jules Verne’i istemediği için alıp başımızı harikalar diyarına gittik biz de. Alice’le sohbet edip, tavşanla gezdim. Okulun kütüphanesindeki tüm çocuk klasiklerini, birkaç yıl sonra da tüm dünya klasiklerini devirdim. Herkes ilk birasıyla çakır keyif olurken, ben felsefe ile tanışmanın sarhoşluğu içinde kayboldum. Kırgındım, çünkü silik bir gölge gibiydim her ne kadar göz önünde olsam da. İnsanlar benden bahsederken nahoş cümleler kurarlardı. Takmamaya çalışsam da öyle bir üzülürdüm ki, hıncımdan ne yapacağımı şaşırırdım. Yazlarım bomboştu. Bu da beni ilk günlüğümü 9 yaşında tutmaya sevk etti. 9 yaşındaki içsel sıkıntılarını yazan bir ergen adayı. Komik geliyor değil mi? Babam da komik bulur ve beni hayalperest olmakla suçlardı. Sınıf birincisiydim, derslerim hep mükemmeldi. Hiçbir şey aksatmıyordum ama yine de insanları memnun edemiyordum. Babam ilgilenmezdi gerçi notalarımla. O sadece işin övünme tarafını severdi.
Yaz aylarında memleketime gelirdim ve orada da oynayacak ya da dertleşecek arkadaş bulamazdım. Ben mi tuhaftım, yanlıştım? Neden onların bebekler ve oyunlardan oluşan küçük bir dünyası varken, benim kelimelerle örülü ve roman dolu bir hayatım vardı? Mutluydum gerçi. Eğer bir daha çocuk olsam, yine aynı çocuk olurdum kitaplara aşık. Yine sinir ederdim herkesi ya da aptal olup yine tüm paramı, yiyeceklerimi millete dağıtırdım. Genetik sanırım o bu arada. Annem de benim gibi eşyalarını paylaşmayı severmiş. Sanırım ben arkadaş satın alıyordum bunları vererek. Onların benimle arkadaş olduğunu sanıyordum desem daha doğru olur.
Bir sabah uyandığımda genç kızdım ve toplum nezdinde artık hal ve hareketlerime bir çeki düzen vermem gerekiyordu. Yoksa adım çıkardı, dışlanırdım. Ben de bu yüzden gerçek olandan kaçıp hayallerimin kucağına atladım hep. Hayali yaşadım ve bunu kimsenin anlamasını beklemedim aslında. Kimsenin içine girmedikçe anlayamayacağı bir dünya düzenim vardı ve biraz anarşiktim aslında. İsyan ediyordum aynılılıklara, sıradanlığa. Monotonluk en büyük düşmanım, bayağılık ise yolda görsem başka sokağa sapacağım bir olgu halin gelmişti. Saplantıydı başka olmak, ama bu öyle ergen tarzı bir ben-herkesten-farklıyım sendromu değildi. Arayış içerisindeydim. Kopup giden bir yaprak olmamak için. Nostalji tutkunu bir genç kız haline gelmiştim. Yine parlıyordum insanlar arasında dersler ya da sosyal aktiviteler bazında. Parmakla gösterildiğim olurdu öğretmenler ya da voleybol koçum tarafından.
Eve geldiğimde ise aynı kızdım; kendi dünyasına demir almak üzere yola çıkan dişi Sinbad. Günü kurtarmak adına. Düşlerime sahip çıkmak, artık kaybolmak üzere olan içimdeki o çocuğu korumak için. Eğer o giderse ne yaparım diye düşünmeye başladığım günlerdi onlar. Hepsi de yaz aylarıydı biliyor musun? Kendimle baş başa kaldığımda delirecek gibi olduğum anlardı hep yaz ayları. Pencereden baktığımda ufku gördüğüm ve tuhaf hayallere sürüklendiğim, tuhaf anlar. Pencereden dışarı baktığında geçmiş gelir genelde aklına. En azından benim aklıma geçmiş geliyor pencereden ne zaman dışarı baksam. Bir ağaç altında oynayan çocuk görsem, gözüm kendi çocukluğumu arıyor. Onun yokluğu beni çok üzüyor ve perdeyi bir hışımla çekip evin içinde arıyorum onu bu kez. Hansel ve Gretel masalındaki gibi arkasında izler bırakıyor o kırıntılar gibi. Hep düşünüyorum eski benliklerimize ne olur diye. 7 yaşındaki, 10 yaşındaki ya da 17 yaşındaki ben neredeyim şimdi? Neler yapmaktayım diye. Ya onlar devir daim içinde aynı yılı yaşamaktalarsa sonsuza kadar? Bu ihtimali düşünüyorum son zamanlarda. Yine yaz aylarında ne tesadüfse! Ya eski benlikler bir gün önümü keser de bana hesap sorarsa… Ben ne diyeceğimi bilememenin derdiyle yanarken ya gelecek sunulursa bana? Bilemiyorum ne yaparım. Tuhaf düşünceler girdabında saplanıp kaldım ve yaz yaptı bunu bana. Onu affedememe nedenim budur. Acıyı seven bir bünye olarak bana keder veren şeylere bağlı kalmayı severim. Bu nedenle yazla aram iyi gibidir de değildir aslında. Küskün sevgilileriz biz, ölesiye kırgın.’’ Dedim ve yutkundum.
Küçük ben hala kucağımda papatyayla oynuyordu. Saçlarını okşadım, bana bakıp gülümsedi yine. Mutlu musun diye sordum. Evet ama sen de gel, dedi. Kim bilir başka zaman ve mekanda yeniden çocuk olma şansını elde ederim dedim. Gözlerindeki merakı görünce korktum. Neden diğerlerinin benden çocukken korktuğu belliydi şimdi. Öylesine bilgiye aç bakışlardı ki bunlar, insan cevap vermezse bu gözler tarafından yenilebileceğini sanabilirdi. Kucağımdan inmek için çabaladı ama bırakmak istemedim. Debelendi, dayanamadım ben de bıraktım. Çimenlere doğru koşturdu ve bir demet kır çiçeği toplayıp bana getirdi. Gözlerinin içi gülüyordu ama benim içim kan ağlıyordu. Gideceğini anlamıştım. Gelip yanağıma bir öpücük kondurdu. Sımsıkı sarıldım ve yine gel, dedim. Olur dedi ve sekerek uzaklaşmaya başladı. Bir süre sonra görünmez oldu. Göz yaşlarıma hakim olamadım ve kızdım İlkbahar’a.
Neden getirdin onu, dedim. Onun sayesinde içini döktün bana, o cesaretlendirdi seni anlatamadıklarını anlatman konusunda dedi. İçim burkuldu onu görünce, dedim. İyi mi ettin sanki bana geçmişimi göstererek? Tekrar kederlendim küçük beni görerek diye devam ettim serzenişime. Elimden tuttu İlkbahar ve gitme zamanı dedi. Günah çıkardıktan sonra hafiflemiş olmanın rahatlığıyla itiraz etmedim. Gözyaşlarımı silerek İlkbahar’ın peşine düştüm. Bak kim geliyor dedi İlkbahar. Uzaktan Yaz tüm endamıyla göründü. Sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. Koşaraktan boynuna atladım. O da şaşırdı benim bu davranışıma ve yüzümü elleri arasına alarak sordu: Ne oldu benim kızıma? İlkbahar’a baktı. O ise her zamanki suskunluğuyla cevap verdi kendinden memnun bir şekilde. Sizi barıştırmaya çalıştım dedi.
Olanları bir bir anlattım Yaz’a. Sımsıkı sarıldı Yaz bana ve ben de ilk defa bu kadar samimi sarıldım ona. Gözyaşlarıma mani olmadım bu kez; bıraktım aksınlar dilediğince. Bari onlar esir olmasınlar anılarım gibi. İçindeki kızı salmış gibi görünüyorsun, dedi Yaz. Başımı aşağı yukarı salladım hıçkırırken bir yandan. O gitti, dedim bir daha gelmeyecek. Gelecek, dedi Yaz ama sen kendini hazır hissedip yeniden güçlendiğinde. Onu tutsak etmeyip kendinle barıştığın anda gelecek, söz dedi. Kaşlarımı kaldırdım gülümsemeye çalışarak. Söz verdim ya, dedi. Sana inanıyorum dedim Yaz’a ve o anda renkler bulanıklaştı. Uğultu sardı etrafımı ve kendimi bir anda evde buldum. Yatağımda uzanmış yatıyordum gözlerimi açtığımda. Fırladım yataktan ve aynaya baktım. Her şey aynıydı yüzümde. Rüya olamaz dedim kendi kendime ve deli gibi bir delil aradım her yerde bunun bir rüya olmadığına dair.
Tam banyoya gidip yüzümü yıkayacak ve gördüğüm tuhaf rüyanın etkisiyle yazı yazacakken, gözüm yastığıma ilişti. Bir tanecik pembe kır çiçeği yastığımın üzerinde uzanmıştı boylu boyunca. Elime aldım ve göğsüme bastırdım çiçeği. Öptüm, kokladım. Pencereyi açtım ve geç gelen yaz güneşinin içeri dolmasına izin verdim. Ayaklarımdan başlayarak bütün vücudumun ısınmaya başladığını hissettim. Usulca aynaya baktım ve gülümsedim. Artık özgürsün dedim kendi kendime. Üstümü giyip kendimi dışarı attım. Sokaklar cıvıl cıvıldı, pazar gününün tembelliğinden eser yoktu. Kediler balıkçıların etrafında fır dönerken, vapurlarda nazlı nazlı salınıyordu Boğaz’da. Deniz kokusunu içime çektim. Uzaklarda onu gördüm sandım yeniden. Evet oydu, küçük ben! El salladı bana, ben de el salladım. Sonra kalabalığa karışıp gözden kayboldu. Ben de tarifsiz mutluluğun tadı damağımda gökyüzünü seyre daldım.
Bahanur Alişoğlu