Kırıldım. Kime mi? Maalesef yazmaya…
İnsan yazmaya kırılır mı demeyin, öyle böyle değil kırılıyormuş. Gönül bu, taştan değil ki. Ben de yazmaya küstüm, darıldım, gücendim. Artık ne derseniz adına.
Hoş, eskiden böyle miydi? Her bir şeyi yazmak isterdim, her konu içimde bir şeyleri tetiklerdi, bir düşünce bir duyguya, bir duygu bir kelimeye, bir kelime bir cümleye akıp giderdi. Sahi ne oldu bana? Bakıyorum, yine gördüğüm, deneyimlediğim, okuduğum, duyduğum her bir şey bir tetiklenme yaratıyor içimde ancak elim yazmaya varmıyor bir türlü.
Cevabını bilmiyor ve herhangi bir cevap aramıyorken hayat beni yanıtlıyor. Hep öyle olmaz mı zaten? Bıraktığınız andan gelir dikilir kapınıza beklediğiniz şeyler. Yaşamın tezatlarından biri daha. Bildiğiniz kozmik şaka.
“Nobel Adayının Karısı” filmiyle geliyor cevap. Bir sahnede duyduğum bir cümleyle irkiliyorum: “Yazar yazmak ister” diyen genç yazar adayını “Yazar okunmak da ister” şeklinde yanıtlıyor tecrübeli yazar. “Evreka, evet!” diye bağırasım geliyor. Tam olarak buydu. “Hastalığıma nihayet teşhis koydunuz” diyen hastanın doktora duyduğu minnette benzer hislerle aktrisin kollarına atlamak istiyorum.
Bence yazmayı konuşmaya benzetsek monolog değil, diyalog olur. Senin okuyucuya el vermen, akabinde okuyucunun sana bambaşka bir bakış açısı sunarak etkileşime girmesi. Bir dans gibi. Bazen ateşli bir tango, bazen yumuşacık bir vals…
Yazmak eyleminin kendisi asosyal gibi görünse bile, sonrasında kendi dünyana yüzlerce insanı davet etmenle şüphesiz en sosyal aktivite hattâ kitlesel bir eylem. Okunmadığımı düşündüren gelen geri bildirimlerin azlığı (niceliksel değil niteliksel). Gelenler genelde teşekkür, şükür belirten ifadeler mahiyetinde. Oysa bilmek isterdim, neye/nerelere dokundum, neler hissettirdi, neler düşündürdü kalemimden dökülenler veya hangi konuda hemfikir/ değiller.
Eğer diyecek olursanız kimin zamanı var, hayat koşturması gani, katılmam bu argümana. İnsanlar en az 1-2 saatini sosyal medyada geçirecek vakti buluyorlar. Belki de geri bildirim vermeyi bilmiyoruz. Geri bildirimler ya çok abartılı olumlu ünlemler veyahut son derece katı, dayanıksız, sadece can acıtmak için yapılmış eleştiriler tadında. Sadece şahsıma değil, çevremde gözlemlediğim genel geçer şimdilik bu.
Sanırım eğitim sistemimizin payı büyük bu konuda. Londra’da LSE (London School of Economics) Üniversitesi’nde İnsan Kaynakları Yönetimi bölümünde yüksek lisans dersleri alırken şu acı gerçeği fark etmiştim, İngiliz eğitim sistemi tez-antitez-sentez üçlüsüne bir hayli önem veriyor.
Misal akademisyen bir soru yöneltti, konuyla ilgli farklı araştırma ve görüşmelere yer verdikten sonra muhakkak bütün bunları sentezleyip harmanlayarak kendi görüşünüzü de dile getirmeniz bekleniyor. Cevap 100’lük bile olsa olsa eğer kendi fikrinizi eklememişseniz hiç puan alamıyorsunuz. Ve bu yaklaşım neredeyse tüm sosyal bilimler için geçerli.
O yüzden İngilizler için herhangi bir konuda kendi görüşlerini belirtebilmek oldukça kolay; hava gibi, su gibi, hayatın âdeta bir parçası.
Neyse, yazma ile ilişkim gelecekte nasıl şekil alır şimdilik bilemesem bile bildiğim yegâne şey “Eğitim şart!”
Şeyda Bodur