Eski kültürlerde ya da kabilelerde sıkça hikaye anlatma geleneğine rastlarız. Masal dinleyerek büyüdüğümüzden mi nedir, hikayelere bayılırız. Ayrıca kimse kendi üzerinden bir şey öğrenmek istemez, egosu ister istemez savunma stratejisi kurar. Anlatılan hikaye, ders verilenin egosunu serbest bırakır, kişi istediği kadar hikayeyle özdeşleşir ve istediği kadarını alır. Zaten hayatta da öyle değil mi? Herkes bu dünyaya misafir ve herkes yine ancak almaya açık olduğu kadarını (mal-mülk, para-pul, bilinç seviyesi-farkındalık, sevgi-ilgi-değer, vb.) alır.
Gelelim hikayelere…
Tapınak
Vaktiyle kralın biri çok ihtişamlı bir tapınak yaptırmak ister Tanrı adına. Yaptırır da, hiç bir masraftan, hiç bir emekten kaçınmaz. Dünyanın her yerinden mimarlar, taş ustaları, heykeltraşlar getirtilir. Sonuç muazzam. Lâkin rüyasında kral, Tanrı’nın bu tapınağın açılışına gelemeyeceği söyleyen bir melek görür çünkü Tanrı başka bir tapınağa daha davetlidir. Kral sukutuhayale uğrar, yalnız içini bir merak da alır. Nerededir bu tapınak? Kim yaptırmıştır kendisinden daha görkemli bir tapınağı? Tebdili kıyafet yollara düşer.
Gel zaman git zaman yolu bir köye düşer, köylüler krala haber verirler, “Bir bilge var köyün dışında yaşayan, adı Pulsalar, yıllardır Tanrı’ya bir tapınak yaptığını söyler durur, görmedik bilmedik ama kesin onundur”, diyerek kralı tanımadan bilgeye yönlendirirler. Kral bilgeyi gözleri kapalı dua ederken bulur, Tanrı burada bir tapınağın açılışına davetliymiş deyince, bilgenin gözünden yaşlar süzülür: “Yıllardır, zihnimde ona en güzle tapınağı yaptım, taşları tek tek yonttum, mermeleri cilaladım, çiçekler ektim. Ne mutlu Tanrı bana, bu tapınağı kabul ettiğini sizin vasıtanızla bildirdi.”
Kral’ın gözleri yaşlarla dolar, “Elbette Tanrı benim gururla kibirle yapılmış tapınağıma değil, gönülden yapılmış bu tapınağa gelecekti” diyerek sarayına geri döner.
Dağdaki Derenin Sesini Duyabiliyor Musun?
Bir Zen ustası bir grup öğrencisiyle dağ yolunda yürüyüşe çıkar. Yürüyüş bitip yemeğe oturduklarında Zen gizeminin anahtarını henüz keşfedememiş genç rahip sessizliği bozar: “Usta, Zen olan bilinç durumuna nasıl girebilirim?”
Usta cevap vermez, nerdeyse dakikalar geçer. Sabırsızlanan öğrenciyi tam başka soruya geçecekken usta ani bir hareketle durdurup, işaret parmağını havaya kaldırır: “Dağdaki derenin sesini duyabiliyor musun?”
Öğrenci böyle bir derenin farkında bile değildir. Pür dikkat kesilir. Düşünceleri yatışmaya başlamıştır. Zihninin Zen’in anlamını araştırmakla meşgûl olduğunu hayretle fark eder. Yine duymaz. Dinlemeye devam eder. Bir süre daha derinleşip yüksek farkındalığa eriştiğinde uzaklardan gelen ufak derenin şırıltısını belli belirsiz algılar. “Evet, şimdi duydum” diye yanıtlar öğrenci. Usta gözlerinde şefkat devam eder: “Zen’e oradan gir.” Bu, öğrencinin ilk aydınlanma anıdır. Zen’in bildiği bir şey olduğunu bilmeden bildiğini anlamıştır. Daha önceleri ne böyle bir şeyi deneyimlemiş ne görmüş. Zihin bu, durur mu, yeni sorular peşinde, öğrenci dönüş yolunda sorar: “Usta, derenin sesini duyamasaydım eğer ne diyecektin bana? Usta durur, işaret parmağını havaya kaldırır: “Zen’e oradan gir.”
Hikayeler benden, yorum siz okuyucularımıza ait…
Şeyda Bodur