Ruhu vardır bazı evlerin…
Fatih’te çeyrek asırlık Gül apartmanının hemen önünde, Akdeniz caddesinin girişinde ki küçük bir sokakta, eski zamanlardan kalan bir fesleğen kokusu ve Fatih Cami’nden gelen hicaz bir öğlen ezanı eşlik ediyor gri İstanbul sabahıma.
Köşede, şimdilerde yerinde yeller esen yoğurtçunun olduğu binaya açılan saçma sapan bir dükkânın önünde, bilmediğim ve beni asla bilemeyecek insanların bana baktıklarını hissediyorum.
Şimdi bir yabancıyım onlar için. Sıvaları dökülmüş, sarı, üç katlı binanın önünde gereğinden uzun kalmış olacağım ki kendi aralarında konuştuklarını duyuyorum.
Umurumda değil
Ve biliyorum.
Umurunda değil artık.
……
1983 baharını hiç unutmadım ben.
Üniversite yıllarımdan geri kalan tek şey, sana duyduğum o bitip tükenmez aşk oldu bu zamanlarda.
Beyazıt’ta, tüm o öğrenci olaylarının içinde Küllük’te saatlerce oturup siyaseti, aşkı, geleceği ve geçmişi tartışmak seninle…
Ve başkalarıyla bir savaşçı, bir kahraman cengâver edasıyla tartıştığını seyretmek…
Anneme seni ilk anlattığımda ‘Tam bir Çerkez kızı, savaşçı o’ dediğimi hatırlıyorum…
Sene 79…
Belediye salonunda kıyılan sade bir nikah. Ailelerimizin dışında sadece okuldan sol görüşlü arkadaşlarımızın katıldığı. Sonrasında şimdi önünde durduğum Gül apartmanının birinci katındaki küçük daireyi tuttuk seninle. Okulun bitmesine daha bir yıl vardı.
İlk yemeğini o evde yaptın bana.
İlk defa o evde seviştik kan ter içinde.
İlk defa özgürlüğü yaşadık seninle o evde.
Zaman zaman tartıştık.
Hiçbir zaman aşkımdan şüphe etmedin.
Ama her zaman duruşumdan şüphe ettin. Korkak olduğumu söyleyip durdun bana. O zamanlar inkâr ettiğim bu cümleyi bugün tüm hücrelerimde hissetmekten ağır bir acı var mıdır sence?
Bazı evlerin ruhu vardır…
Artık inanıyorum buna.
Sana olan hayranlığımı herhangi bir kelimeyle anlat deselerdi bana, seçeceğim kelimeyi bugün olduğu gibi o gün de bulamazdım herhalde.
Hiçbir zaman senin kadar girişken olamadım sanırım.
Senin kadar cesur ya da.
Veya senin kadar bilgili de olamadım ben hiç.
Meydandaki olaylar sırasında insanların arasına girmeni ve hiç korkmadan ilerlemeni seyretmek sana olan hayranlığımı daha da arttırıyordu.
Sonra o kara gün geldi. Şimdilerde ben ve benim gibilerin hala ekmeğini yediği, senin ise bizim onursuzluğumuzun cezasını çektiğin o kara gün.
İhtilal duyurusu radyoda yayınlandı, sokağa çıkma yasağı geldi.
Kaçmayı reddettin hep.
‘Ben onursuz bir şey yapmadım ve onursuzca kaçmayacağım’ dedin.
Seni tutukladıkları anda bile hala onurlu bir savaşçı gibi savunuyordun doğru bildiklerini.
Bazı evlerin ruhu vardır…
Gül apartmanının seni son gördüğü an bu oldu sanırım. Bugün dökülmeye yüz tutan sıvaları, o günlerde henüz bir genç kız gibi parıldıyordu daracık sokakta. Götürülürken son bir defa daha geri döndün.
Beni aradığını biliyordum.
O büyük aşkıma sahip çıkacağımı düşündün sen.
‘Durun’ diyeceğimi düşündün…
‘O benim karım. O benim yuvam götüremezsiniz’ dememi bekledin belki de.
Belki de gelemeyecek kadar korkak bir ucube olduğumu zaten biliyordun. Bana değil gökyüzüne baktın son defa.
Zaten ben de yapamadım.
Ben senin gibi olamadım.
Bahçeye açılan arka pencereden kaçarken senin gittiğimden haberin bile olmadı hiç.
Uzun zaman haber alamadım senden. Hem de çok uzun zaman.
Sonra bir gün öldü dediler senin için. İdamı istenen 7 bin kişiden biriydin sen de. Ben o listeye girmeyi bile başaramamış ve boşu boşuna kaçıp, kadınını yalnız bırakmış bir korkak olarak yaşamaya mahkumdum artık ömrümün sonuna kadar.
Sağlık sorunlarından öldüğünü söylediler bana. Vücudunun pek çok yerinde darp izleri vardı.
Ve hatta tecavüz izleri. Tıpkı diğer arkadaşların Musa ve Hülya gibi. Tıpkı senle sürekli tartışan karşıt gruptan Hasan ve Mustafa gibi.
Sağlık sorunlarından dolayı öldünüz hep.
Cenazende ailen dışında kimse olmadı. Korktular.
Ben ne yapacağımı bilemez bir biçimde, suçluluk ve pişmanlıkla, seni koruyamamanın verdiği azapla ayakta duramıyordum zaten.
Annen kaçtığımı senin arkadaşlarından duymuş olacak ki yüzüme bakmıyor ve sessizce ağlıyordu sadece.
Ben hiç unutmadım o yılı.
83 baharını.
Şimdi Türkiye’nin en büyük gazetelerinden birinde köşe yazarlığı yapıyorum.
Kamuoyunun deyimiyle, 12 Eylül’ün ekmeğini yiyen, dönme solcu yeni liboş tayfasındanım aslında.
Geri kalanlardan tek farkım, sanırım ben ne olduğumu çok iyi biliyorum. Ve bu utançla yaşıyorum.
Her gece gözümü kapattığımda seni görüyorum rüyamda. Önce gülümsüyorsun o inci dişlerini göstere göstere. Sonra yanıma geliyorsun. Beni affettiğini hissettiğim anda ise yakama yapışıp sarsmaya başlıyorsun beni. Sallanırken uyanıyorum.
Ben aşkıma,
ben kadınıma,
ben davama sahip çıkamadım.
Ruhu vardır bazı evlerin…
Tam karşısındayım Gül apartmanının. Çıkarken son defa beni görmek için baktığın pencereden şimdi bir çocuk bakıyor.
Benden daha cesur.
Çocuk, ama cesur.
Bu evin her köşesi seni anlatıyor bana. Bu evin her köşesi intikam alırcasına sızlatıyor kalbimi yıllardır. Pişmanlığımı, aşkımı anlatamıyorum artık.
Sen gittikten sonra her yıl olduğu gibi bu yılda mektup yazıyorum ben sana. Her yıl olduğu gibi bu yılda annen Sadiye hanımla birlikte mezarlarınızın bulunduğu Nakkaş Tepe’deki mezarlığa gideceğim. Önce toprağına su dökeceğim. Otları temizleyeceğim. Sonra yine af dileyeceğim. Affetmeyeceğini bile bile.
Tekrar, tekrar.
Seni sevdiğimi söyleyeceğim.
Her yıl yaptığım gibi mezarının yanına gömdüğüm tahta kutuya bu mektubu koyacağım.
Cevap veremeyeceğini bile tekrar tekrar soracağım;
Çerkez kızı…
Kadınım…
Sevgilim…
Affettin mi beni?
Burak Hamlacıoğlu