Başlıkta belirtilmek istenen, bir edebi metni eserin yazarı sanki kendinizmiş gibi okuyabilmektir. “Böyle bir okuma mümkün mü?” sorusunun aklınızda uyandığını tahmin edebiliyorum. Bu sorunun cevabını edebiyatın tarihsel gelişiminde bulabiliriz. Büyük bir kitlenin çok severek okuduğu 19. yüzyıl edebiyatının temel özelliği, metinlerdeki zaman kullanımın yaşam eğrisine benzemesi, yazarın araya girip okuruna istediği dersi vermesi ve karakterlerin yaşadığı olayların tüm detaylarıyla anlatılmasıdır. Bu dönem edebiyatının okurdan beklediği edilgenliktir.
20. yüzyılın başlarından itibaren dünyada yaşanan gelişmeler edebiyat anlayışına da yansımış ve yazılan metinler bir önceki çağa göre fazlasıyla değişmiştir. Anlatıcının yazardan kahramana geçtiği, çoklu anlatıcının kullanıldığı, iç monolog ve bilinç akışı teknikleriyle karakterin bilinçaltına inildiği, zamanın var olan akışından saptırıldığı, alt metinler vasıtasıyla var olan olay akışının dışında da okura başka şeyler anlatmaya çalışan eserler ortaya çıktı. Modern dönemin devamında İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan postmodern zamanda bu durum artarak devam etti. Özellikle postmodernistlerin oyun kavramıyla yazar yerine metni önceleyen edebiyat tarzı, okurun klasik dönemden alıştığı konforu bozan, rahatsız eden bir şekle büründü. Kısacası 20. ve 21. yüzyıl edebiyatı, okurdan edilgen değil tersine etken olmasını beklemektedir.
Peki, etken okuma için neler yapmalıyız? Bu sorunun cevabı, metnin içeriğiyle hesaplaşan, okuduğunu devamlı anlamlandırmaya çalışan, kurmaca karakterlere fazla adapte olan okurluk yerine, dış göz olabilen, okuduğunu farklı eserlerle yorumlayabilen, yazarın oyununa katılan, alt metin arayan ve içeriğin dışında metin için düşünen okurlukta yatmaktadır. Yani salt okurluktan çıkıp sanki metni kendiniz yazmışsınız gibi üzerinde düşünebilmekten, cümle ve paragrafların üzerinde sörf yapabilmekten geçiyor. Böyle bir okuma şekli, pek çok okurun zor olarak addettiği, biçimsel anlamda farklı kitapları da rahatlıkla üstesinden gelebilmemizi sağlayacaktır.
Bunu yapabilmek için öncelikle metne ve yazarına zihnen hazır olmak gereklidir. Yani nasıl bir eser okuyacağımızı önceden bilmeli ve metni yazan kişinin yapmak istediklerine, neyi düşünüp böyle bir kitabı yazdığına vakıf olmalıyız. Bunu yapabilmek için önemli unsurlardan birisi önsözlerdir. Fakat her metnin başında önsöz olmadığına göre günümüzün teknolojik araçlarını kullanıp eserin hakkını verebilmek için gereken araştırmayı yapmalıyız. Kitap bittikten sonra onu kapatıp rafa koymak yerine varsa eğer üzerine yazılmış kurgu dışı edebiyat eleştirisi, inceleme kitaplarını ve bu metin ya da türü üzerine kaleme alınmış makaleleri okumak bize yazarmış gibi okumak konusunda yardımcı olacaktır. Kitap okumayı günümüz tabiriyle “kafayı boşaltmak” için yaptığımız bir eylem yerine tam tersine zihnimizi daha fazla doldurmaya yarayan bir yolculuğa dönüştürmemiz, bugünün edebiyatını anlayabilmemiz ve yorumlayabilmemiz adına oldukça önemlidir.
Bu açıklamalardan sonra dünya ve Türk edebiyatından örneklerle yazıya devam etmek istiyorum. Oğuz Atay’ın dev romanı Tutunamayanlar’ı örnek olarak alalım. Bu metni okurken yazarın yaptığı biçimsel denemelerin içine girmezseniz, roman sizin için anlaşılmaz bir hale gelecektir. Çünkü Oğuz Atay bu eserinde, tıpkı daha önce James Joyce’un yaptığı gibi pek çok farklı biçimlerde anlatımlara başvurmuştur. “Dün Bugün Yarın” bölümü ve onun açıklamalarıyla birlikte yetmiş altı sayfa noktalama işaretleri olmadan süren bilinç akışıyla yazılmış kısmı anlamının yolu, metnin yazarı tıpkı sizmişsiniz gibi okumaktan geçiyor. Yani yazarın yaptığı oyuna katılmadan böyle eserleri okumak, oldukça zorlayıcı bir yolculuktur.
Keza bir örnekte dünya edebiyatının hem postmodern hem de büyülük gerçekçilik bağlamında önemli bir eseri olan Meksikalı yazar Carlos Fuentes’in Terra Nostra romanını verebiliriz. Metnin önemli bir kısmı 16. yüzyıl İspanya’sında geçmekle birlikte zaman kavramında pek çok sapmaların olduğu, 20. yüzyıl Paris anlatımıyla başlayıp 16. yüzyıl İspanya’sına dönen, daha sonra Roma İmparatorluğu ve sömürge sonrası Meksika’sına sıçrayışlar yapan bir roman Terra Nostra. Sadece zaman kavramındaki sıçrayışlar değil, gerçeküstücü öğelerle var olan bir tarihsel dönemin parodisinin yapılması da romanın okumasını zorlaştırmaktadır. Burada yazarın sömürgecilik tarihiyle olan problemine vakıf olarak ve büyülü gerçekçi dille postmodernizmin okurun sürekli aklını karıştıran anlatımına hâkim olduğunuzda böyle bir metni çok rahat ve anlayarak okuyabilirsiniz.
Bu örnekleri pek çok kitapla çoğaltabiliriz. Fakat sözü daha fazla uzatmadan son olarak bu konu hakkında birkaç şey daha söylemek istiyorum. 20. yüzyıldan başlayarak edebiyatın bizlerden beklediği etken okur olmamızdır. Bunu yapabilmenin en önemli yolu, yani yazarların özellikle biçimle yapmak istedikleri oyuna katılabilmemizin yöntemi, kendimizi tıpkı yazarın yerine koyarak okumamızda yatmaktadır. Böylesine bir yöntemi kullanmak için de öncelikle bilmemiz gereken, kitap okumanın aslında bir yolculuk olduğudur. Kitaplar bizi zihni bir seyahate çıkarır. Okumalarımız içerisinde bu yolculuğun kıymetini bilirsek eserlerin de hakkını verebilmemiz mümkün olacaktır.
Turhan Yıldırım