Bir İlk Roman: Yemen Dilberi

Siz var olan şeyleri görür ve şöyle dersiniz: “Neden?” Ama ben olmayan şeyleri hayal ederim ve derim ki: “Neden olmasın!” – G. Bernard Shaw

Merhaba Sevgili Oktay,

Kaç yıl oldu biz seninle tanışalı? İkimizde farklı statülerde, rollerde profesyonel işlerimizi yapıyorduk, o yıllardan pek arkadaş kalmadı bende. Seninle süren dostluğumuzda kitaplar merkeze yerleşti, kitapdaş olduk. Dergimizde farklı konularda yazılarınla okurlarımıza ulaşıyorsun. Deneme ve öykülerini okuduk. Şimdi ilk romanınla buluşuyoruz. Kitapdaşlarımızla merak ettiğimiz konularda sana sorular hazırladık, dergi okurlarımıza paylaşmak isteriz. İlk duygularını almak isterim.

Sevgili Yasemin,

Söyleşi sorularını yanıtlamadan önceki giriş paragrafının sonundaki gizli soruyu yanıtlayarak başlamak istiyorum söyleşiye.

12 yıldan beri dolabımda sakladığım dosyayı kitap formatında görmem bende sevinç değil bir rahatlama duygusu yarattı. Cesaret edip yazar dostlarımdan “yayınlanabilir” icazeti aldığım an sırtımdaki yük kalktı açıkça. Dosya dolapta beklerken yazmayı sürdürdüm. Yarılanmış çalışmalarım var. Ve şimdiki yazma hızıma kendim bile şaşırıyorum. Bu arada kitabım çıkmasına rağmen ben yazar değilim. Yazar olabilmem için en az dört kitap çıkarmam lazım. Hele bir de ödül alırsam…

Seni okurlarımız tanısın isterim. Oktay Valunya kimdir? Neler yapar?

Ben orta ve üst düzey yöneticilik yapmış çalışma hayatından çeşitli nedenlerle erken çekilen biriyim. Çalışma hayatım boyunca mesleki kitaplar okuyordum. Sonrası çok sıkı bir okur oldum. Hatırlıyorum aylık çetele tutardım ve birkaç ay okuma hızım dört bin sayfaya çıktı.  O zamanlar Hürriyet gazetesinin köşe yazarlarına özendim bir konu seçip yazmaya çalıştım. Makaleler yazdım. Tabii onların bir günde yazabildiklerini ben bir ayda yazabiliyordum. İş hayatımda mesleki dergilere muhtelif konularda yazılar yazdım. “Üretken nasıl olabilirim, ben bu şartlarda ne yapabilirim” sorgulamalarım beni içgüdüsel yazmaya yönlendirmiş herhalde.

Kitapdaşlarımızın sana soruları var, benim için de bu bir ilk; kolektif bir röportaj yapıyoruz.

Mine Maktav: Oktay seni kitap yazmaya iten şey neydi? Ne zaman karar verdin yazmaya?

Öncelikle söyleyeyim o zamanlar nasıl kitap yazılır bilmiyordum. Yani yazım tekniklerden hiç haberim yoktu. Şimdi ben bile kendime şaşırıyorum. Bugünkü bilgilerimle belki yazamazdım. Yazmaya nasıl karar verdim hatırlamıyorum.

Şerife Çetinkaya: Kitabı yazmaya başlarken konu tamamen aklında mıydı yoksa yazdıkça başka yönlere doğru mu gelişti

Plansız yazdım. Bölümler halinde yazdım; sonra kurgu olacak şekilde birleştirdim.

Berin Bakkalcı: Kızının adını Öykü koyarken bir gün yazacağını düşünüyor muydun? Bu kitabın yazım süresi ne kadar sürdü? Sancı öykünü yazma sürecinde kadın kahramanın karakterine bürünürken neler hissettin?

Kızımın adı Öykü. Adını annesi koydu. Ama yazma süreci sonrasında oğlum olsaydı adını “Roman koyar mıydım?” diye kendime sorduğumu hatırlıyorum. Hatta yakın dönemde romanımı Roman Valunya adıyla çıkarmak aklımdan geçmedi değil. Kitabımın yazım süresi hatırlayamayacak kadar uzun sürdü.

Sancı öykünü yazma sürecinde kadın kahramanın karakterine bürünürken neler hissettin?

Sancı adlı öykümde kendimi bir kadının yerine koymakta zorladım. Tıkandığım yerde etrafımdaki can kadın arkadaşlarıma sordum: “Regl durumunda neler hissediyordunuz?” “Aman Oktay bu anlatılmaz yaşanır” diyerek yan çizdiler. Ama içlerinden yazar adayı bir arkadaşım yarım sayfalık bir yazı gönderdi. Bu yazı içinden ayıkladığım anlatıları evirip çevirdim ve kullandım. Şimdi “ilk ilişkiniz anınızda neler hissettiniz?” sorumun yanıtını arıyorum. Yanıtlayabilecek olanlar bana özelden yazabilir.

Seval Somer: Yazarken kafanda kurgulayıp başlayıp bitiren misin yoksa geri dönüp dönüp okuyup düzelten mi?

Yarılanmış romanımda kurgu var ve elbette geri dönüp düzeltmelerim eklemelerim oluyor. Hatta kurgunun seyri bile değişebiliyor.

Yeşim Hazar Hanefi: Benim klasik bir sorum olacak, etkilendiğin yazarlar kimler?

Etkilendiğim çok yazar var. Ama kendi yazım stilimi yorumlayanlar belki şu yazardan etkilenmiş diyebilir. Ben bütün yazarlardan etkilendiğimi düşünüyorum. Yazarların çok sevdiğim eserleri var. Herman Melville Kâtip Bartleby, Gabriel García Márquez Kırmızı Pazartesi ve Kolera Günlerinde Aşk, Vladimir Nabokov Lolita, Marquis De Sade Sodomun 120 Günü, Harper Lee Bülbülü Öldürmek, George Orwell Hayvan Çiftliği. Bu liste daha çok uzar, şimdilik bu kadar.

Aycan Beşgar Ersöz: Kapaktaki kahveler bir kadın figürü mü?

Kitabımın içeriğinde kahve falı etken. Dolayısıyla ön kapakta kahve çekirdeği kullandım. Arka kapakta bir efsaneden bahseder. Anlatının son iki cümlesi şöyledir: “Ağaç meyve vermeye başladığında çekirdeğin kadın cinsel organına benzediğini görmüşler ya… İşte bu yüzden kahve içenler tiryakisi olurmuş. Bilesin…” dolayısıyla kapaktaki kahve çekirdeği zevki temsil ediyor.

İlk kitabımın ilk röportajını sizlerle yapmak benim için büyük bir onur. Keyfim dorukta.

Arkadaşım, kitapdaşım, martıdaşım Oktay kitabın yolu açık olsun, hak ettiği okura ulaşsın. Yeni öykülerini ve romanını merakla bekliyorum.

Kitap yeni bir yayınevinden yayınlandı. Metinlerarası. Kitabın tanıtım bülteninden

Telvede saklı olan gizli geleceğinin okunması o kadar önemli değildi aslında. Bazen saatler geçer, fincanını bıraktığı aynı yerde bulur bazen geleceğini öğrenmek isteyenler tarafından açılmış, çalkalanmış, bulaşık makinesine yerleştirilmiş olarak görürdü. Asıl önemli olan, hayal kurulabilecek ortamı oluşturabilmenin bahanesiydi. Bütün bu seremoni onun içindi. İnsanın yürekten, inanarak hayal ettiği şeylere kavuşabileceğine inanıyordu. Şunu gayet iyi biliyordu ki asıl gelecek, kurduğu hayalinde gizliydi.

Yemen Dilberi, kendi geleceğine ait gizli ipuçlarını ortaya çıkartma hevesiyle bir fal virtüözüyle görüşerek telvedeki yükseltilerin, kıvrımların, boşlukların yolculuğunu izlemek isteyen Orhan’ın, arzuladığı bir kadınla yolculuğunu, yaşadığı yasak aşkı ve fazlasını anlatıyor.

Oktay Valunya, ilk romanı Yemen Dilberi’nde geleceğine ilişkin kuracağı hayallerin çeşitlenmesine katkı sunarken ardında birtakım sorular bırakarak eserini okura sunuyor.

Romandan tadımlık…

Buyur Civanım Mevsimin herhangi bir günü, ulu çınarın gölgesinde… “Hoş geldin civanım. Gel otur sedirime, rahat ol.” Yanı başına oturdu. Çingene önce ellerini uzattı. Aldığı parayı gözleriyle saydı. Çabucak göğsüne sıkıştırdı. Dudaklarında sinsice bir tebessüm. “Seninle çok zaman geçireceğiz buracıkta. Rahatla, rahatla… Hem hakiki Yemen kahvesi içeceksin, öyle kurutulmuş telveden de değil.” Konuşurken sedirin altından çıkardığı kavrulmuş çekirdekle dolu kavanozu, “İşte bak!” dercesine uzatıp sallamayı ihmal etmemişti. Çekirdekler el değirmeninde öğütülüyordu. Un ufak olmuş, taze çekilmiş kahve alttan dökülmeye başladığında kokusu ortalığı kaplamıştı. Kahveyi tahta kutuya koyarken adamın yüzünde, beklemekten sıkıldığını belli eden bir mimik görmüştü. Mırıldandı: “İyi kahve içmek isteyen cefaya katlanmalı.” Yüzünde ölçüp biçen bir bakış vardı. Sedirin altından çıkardığı su şişesinin kapağını açtı. “Su önceden kaynatılıp soğutulmuş olmalı,” dedi. Mangalda küllenen ateşi arada sırada eşeleyip canlı tutmaya çalışıyordu. Çay kaşığına tepeleme doldurduğu kahveyi, bir fincan dolusu su koyduğu küçük cezveye döktü. Bir kez daha… Tahta kaşıkla iyice karıştırdı. Uzun sapından tutarak mangala sürdü. Demlene demlene pişmesini 10 izlemeye koyuldular. Gözlerini ayırmamalıydı. İlk taşımda oluşan köpüğü fincana aldı. Cezveyi yeniden ateşe sürüp bir taşım daha kaynattı. İkinci kez köpürmüş, insanın diliyle damağı arasında buruk, kekremsi tat bırakacak kahvenin tamamını boşaltıp fincanı uzattı. “Buyur civanım. Afiyet olsun.” Başını çevirdikçe, Çingene ısrarla gözlerini arayıp buluyordu. “Baksana köpükteki iri hava kabarcıklarına. Sende göz vardır. Merak etmeyesin, içtikçe kem gözleri patlatacaksın.” Nihayet kahvesini bitirmişti. Tabağı fincanın üzerine kapatarak ikisini de tek hamlede çevirdi. Fincanı, parmaklarının ucuyla hafifçe tutup tabaktan kurtardı. Öne arkaya hafifçe eğerek telvenin oluşturduğu şekillere dikkatini verdi. “Neyse haaalin, çıksın faliiin… Anlatayım da gör civanım.” Gözleri, kalbine çevrilmişti sanki. “Ooo, yüreğin kabarmış. Önünde iki yol görünüyor civanım. Biri kısa, biri uzun. Ama sen zoru seçmişsin. Belli ki macerayı seviyorsun. Aaa! Yolun sonunda kabartı var, yumurta gibi. Üç gün mü desem, üç hafta mı desem… Çıkacağın yolculuktan büyük kısmetle döneceksin.” 11 Sigarasından derin bir nefes alıp havaya üfledi. Kafasını iki yana sallarken aniden kaşlarını çattı. “Güzel gözlüm bakıver. Yol üzerinde kocaman bir kartal uçar, böyle kanatlarını açmış. A be keçi inadı vardır sende. Sabırlısın. Uğrunda mücadele ettiğin her şeye sahip olacaksın. Sonracımaaa, göğe yükselmiş ulu bir dağ görürüm. Yanardağdır bu. Hımmm! Eteklerinde laleler çıkmıştır. Geçmiş günleri unutamazsın kara gözlüm. Dur, gitme be civanım! Acele etmeyesin, avrat görürüm. Aşk! İhanet!

Devamı kitapta, kitaba ulaşmak için lütfen Oktay Valunya’ya yazın, belki bir kahve içerken kitabı size imzalayıverir hem.

Yasemin Sungur

Önceki İçerikMuhafaza“kâr”lık
Sonraki İçerikYelkenle Türkiye Turu Rekoruna Doğru
Yasemin Sungur
Yıllar önce okul dönemimin bittiğini söyleseler de ben hayatın tutkulu bir öğrencisi ve seçip aldıkları, özünden kattıkları ile sen izin verirsen ben bir rehber. Ben bir Özgür Martı. Ben bir düşleyen. Kanatlarım ile gelişime, paylaşıma ve değişime keyifle uçarım. İçimizde yaşayan gerçek Martı Jonathan’lara ulaşmak için MartiDergisi.Com’u uçurdum. Şimdi hep birlikte uçuyoruz. Kitapdaşlarımla birlikte Kitap ile Sohbet ederim ve onları İstanbul Oyuncak Müzesin de baş konuk olarak ağırlarım. Oyun oynamayı bırakmadım. Hayatı kelimeler ile anlatmayı, yazmayı ve onların büyüsüne kapılıp Yaz(ı) Kamplarımı keşfe dönüştürmeyi bilirim. Harekete Geçmeyenleri enerjimle uyandırırım. Sevgiyle nefes alıp, şiirle güne başlarım. Aşk ile Can oğlum ve Ceren kızımla, evrende hayat bir başka güzel. Şükür...