Müzedeki Masumiyet

Bir gün bir arkadaşım profilinde şöyle yazdı.

“İnsanlar ikiye ayrılır: Orhan Pamuk sevenler ve sevmeyenler!”

Espriydi tabii ama aşağıdaki yorumlarda hemen ikiye ayrıldık. Ben sevenlerdenim. Ama öyle böyle sevenlerden değil, tutkuyla, hayranlıkla hatta belki biraz kıskançlıkla sevenlerden…

Kara Kitap ile tanıştım onunla. Kitabı elime aldım ve o gün bir ufunet bastı üzerime. Okuyamadım, bıraktım. Yıllar önceydi. Sonra bir gün kitapsız kaldım. Kitapsız kalınca evi sallayan biri olarak, elime yine Kara Kitap geçti. Başladım. Şimdi düşünüyorum da, ben mi kitaba başladım, kitap mı bana, emin olamıyorum. Sözcüklerin ötesinde bir lezzet bulaştı zihnime. Önce bir hızla okudum, sonra biraz zaman geçti yeniden okudum. Aynı sözcükleri okuyordum sonuçta ama özlediğim şey kitaptan bana geçen lezzetti. O lezzeti bir daha alayım diye bir daha aldım kitabı elime sonrasında… Arada rastgelen bir sayfa seçip oradan okur oldum. Yani bir garip ilişki vardı aramızda.

Arada diğer kitapları okudum. Benzer bir etkiyi “Benim Adım Kırmızı”da da yaşadım ama “Kara Kitap” kadar hastalıklı değildi. Kahramanın duyduklarını, gördüklerini, daha önemlisi soluduğu havanın kokusunu geçirdi Pamuk bana. Sarsıcı bir deneyimdi. Kitabı kapatıp, acaba bu adam uzaylı mı diye düşündüğümü anımsıyorum.

Kar, o topraklara bağlı köklerim yüzünden başka türlü etkiledi beni. Yüzüme karlar yağdığına, üşüdüğüme, bir at arabasının arkasında bir battaniyenin altında kalmış gibi hissettiğime yemin edebilirim. İnanmayan inanmasın.

Masumiyet Müzesi dönemi başladı sonra… Orhan Pamuk’un son kitabı telaşını severim ben… Aynı telaşı Sezgin Kaymaz’ın son kitabı çıktığı zamanlarda yaşıyorum. (Çok eskiden Sezen’in son albümünde de yaşardım.)

Yazarın –bana göre- insanüstü ustalığından gelen edebi lezzetleri bir kenara bırakacak olursak, anlattığı öyküde beni allak bullak eden bir içtenlik sezdim. Bir aşkı böyle detay detay, dünyanın en incelikli kanaviçesi gibi işleyebilmesi mi, yoksa içilen sigaranın ele bulaşan pis kokusunu bile sevdirebilme yeteneği mi bilmiyorum, bir başka Orhan Pamuk sarsıntısı oldu benim için. Biriktirme huyumun gelebileceği son noktayı gördüm belki. Aşk acısının, kullanılmış bir bardağın siluetine nasıl dönüştüğüne şahitlik ettim. Yok bu adam kesin dünyadan değil dediğim kitaptır.

Kimseyle tartışmam onun yazarlığını. Ne onu tartışacak kadar otoriteyim ne de karşılaştıracak kadar… Ben iyi niyetleri olan basit bir okurum. Belki tat alma duyum biraz gelişkin, bilmiyorum.

Ama o kitapla benim kurduğum ilişkiyi kuran birinin Masumiyet Müzesi’ne bunca zamandır gitmemiş olması garip oldu biraz. Plan yaptım gidemedim, doğurdum, emzirdim, acemi annelik dönemi geçirdim gidemedim, trafik vardı, yağmur yağdı, üşendim, zamanım olmadı, bir şekilde gidemedim.

Gitmeyi en düşünmediğim gün, yani dün, müzenin kapısında elimde biletimle dururken karnımdan bir öbek kelebek havalandı. İşte geldim ve Füsun da olacak orada. Kemal’in acıları… Ve çocukluğum.

Sigara izmaritleri ile başladı gezi

“Kemal, Füsun’un 4213 sigara izmaritini bazen bana gururla gösterir, onlar hakkında hikayeler anlatırdı. Sigaraların her birini dikkatle tarihlendirmiş, yer yer notlandırmıştı. Romanda da bazılarını kullandığım bu notları, Kemal’in benden istediği gibi, izmaritlerin altına kendi el yazımla tek tek yazdım.”

Orhan Pamuk

İşte orada hepsi, bir kocaman duvarda, altlarında incecik yazılar, bazılarının üzerinde ruj izleri, bazıları sıkıntıyla söndürülmüş, bazıları kendi kendine sönmüş 4213 sigara izmariti. Ey sanat! Sen bunca sigara izmaritini duyguya batırıp bir duvara dizme ve bununla bir kadını hıçkıra hıçkıra ağlatma gücüne sahip tek şeysin bu dünyada.

Kemal ve Füsun oradaydı.

Ama…

Dedemin kocaman erkek mendilleri de oradaydı.

Halacığımın dikiş kutusu.

Babaannemin dikiş makinası. Dikiş makinasının sırlı çekmecesi.

Zırıl zırıl çalan ve rüyalarımı bozan çocukluğumun saati oradaydı.

Evin önündeki elektrik sayacı.

Kocaman fırça yeri olan diş fırçalarımız. Ağzımıza sığmayacak kadar büyük!

Babaannemin misafir gelince, gözüyle işaret ettiği Pereja kolonyası.

Amcamın kullandığı o demir çakmak.

Babamın sevdiği tütün kolonyası, annemin salatayı tuzladığı tuzluk.

Ve tadını unutamadığım o kağıt helva.

Hiç durmadan ağladım denebilir. Kimi zaman sessiz kimi zaman hıçkırarak.

Küllükler, kristaller, eski şişeler… Broşlar, taraklar, tıraş fırçaları…

O eski gaz lambası, kutu kutu kibritler.

Ve daha neler neler.

1000 tane fotoğrafı olsa, 1000 fotoğrafa 1000’er kere baksanız o müzenin size geçirdiği duyguya sahip olamazsınız.

O romanın o müzeye, o yazarın o romana, o adamın o aşka yüklediği duygulara…

Ben de size geçiremem hiçbirini doğal olarak. Sadece içimden yükselen dalgayı her zaman olduğu gibi yazarak tedaviyle durduruyorum.

Müzeden çıkınca kendinizi Cihangir’in o bölgesinde bulmanız çok güzel. Eskiciler, antikacılar, az ilerde Asri Turşucu… Eski binalar, eski kaldırımlar. Biraz sonra Özkonak’ta sütlaç yiyeceğini bilmenin alışıldık mutluluğu.

Geçti o zamanlar.

“Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım.”

En çok bu cümleyi kıskanıyorum.

 

Neslihan Muradoğlu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Önceki İçerikAromaterapi Yağlarının Faydaları ve Kullanımı
Sonraki İçerikYeni Kelimeler Yeni Dünyalar -4