Dünyada mekân, ahirette iman demişler. İmanın kimde olduğu bilinmez ya, sokağın en taze yapısı onlarda. İnce sıva bitmiş. Orta hallisinden bir kat boyayı atarlar seneye. Az genişlesin de elleri. Şöyle gösterişli bir yazı lazım kapının girişine. “Kara Apartmanı olsun,” dedi oğlanlardan küçüğü. Güleser gözlerini öyle belertti ki bakışlarından saçılan kargışın bini bir para. İki sabiyle ortada koyup giden vicdansızın ha? Hem de her tuğlasını kucağında taşıdığı binaya! Elinde olsa kütükten sildirir mezarında ters dönesicenin soyadını. Neyse ki “Afiyet Apartmanı olsun,” dedi büyük oğlan. Çok da umurundaydı. Oğlu, kızı doğunca eski yaraların peşini bırakmış. Kiradan kurtulup gıcır gıcır eve yerleşmişler ne güzel. “Olsun,” dedi Güleser, “Afiyet Apartmanı olsun.” Kamburunu da alıp usul usul evine yollandı.
Ömrünün kalan üç beş senesini yine o döküntü gecekonduda geçirecek. Her yağmurda birlikte bükülecek belleri. Basık tavanın altında bir çekyat, bir masa, kap kacak… Neyine yetmez? Allah gelinlerin eline düşürmeden alsındı canını. Konu komşu “Tuu!” çekecek oğullarının arkasından. “Yemedi, içmedi, saray gibi ev yaptı da size, bir odasına sığdıramadınız kadını.” Yüze gelince vah vah. Desinler. Bu mahalleli yok mu bu mahalleli, başka türlüsü olsa gene takarlardı bir kulp.
Güleser on yedisinde gelin gelmiş bu lanet yere. Köyünden dışarı çıkmamış tazeler büyük şehre yolcularken hasetlerinden çatlamıştı. Kırık Remzi’nin gecekondusundaki musluklardan su yerine dert aktığını ne bilsinler. Haftanın üç günü teşrif eden tankerin kuyruklarında canı çıkmıştı garibin. Beterin beteri varmış meğer. Adamı niye bu lakapla çağırdıklarını anladığında büyük oğlana gebeydi. Musluklardan gürül gürül sular aktı, tanker derdi bitti de bitmedi Remzi’nin kırıkları. Kader demişti genç kadın, bunu da çekmişti sineye. Ne yosmaların karşısına dikilmiş ne ellik âlemlik etmişti kocası olacak deyyusu. Tek kavgası demir, çimento, kum üzerine. Kaynatasının düğünde taktığı altınları itip dururdu önüne herifin. “Temeli atalım Allah’ın izniyle, gerisi gelir. Bizim neyimiz eksik komşulardan?” Her defasında eksilirdi altınlar. Komşular kat üstüne kat çıkarken kocası yeni kırığıyla feneri söndürüp, sabaha doğru dönerdi eve. Küçük oğlan baba demeyi öğrendiğinde gözü gibi sakladığı son bilezikleri çıkarmıştı Güleser. “Bir biz kaldık gecekondularda, haydi göreyim seni.” Kefen parasına kadar neyi varsa elleriyle teslim etmişti evinin direğine. O günden sonra ne altınları gören oldu ne Kırık Remzi’yi.
Mezbeleden hallice iki göz yerde, dört nüfus senelerce yaşayıp gitmişler. Çocukları az yatırmadı vişne çürüğü çekyatın üstünde. Düğün evi misafirleri gibi başlı kıçlı. Boyu devrilesi herif, rızıklarına göz diken kapatmasına temelli yerleşince kaldılardı ortada. Hem de öyle böyle değil. Dımdızlak, kuru ekmeğe muhtaç. Herkesin umarı kendinde, kuş kadar akıllarıyla çocuklar bile bellemişti bunu.
“Ben büyüyünce,” diyorlardı, “çalışıp sana bakarım ana.” İkisinin de eli ancak adamın boyu devrildiği sıra ekmek tutar olmuş. Güleser’in parmaklar bükülmüş çoktan, kamburu çıkmış el kapılarında. Üçü de sahip çıkmamıştı adamın cenazesine. Dernekten köylüleri kaldırdı. Pek ayıpladılar. Hayırsızdı mayırsızdı ama babalarıydı sonuçta. Allah-u teâlâ lânet etmez mi adama? Ahir zaman işleri hep.
Güleser gecekonduya varınca tahta somyanın üzerine yığdığı öteberiyi ayıklamaya girişti. Son birkaç yıldır orada yatmış Hayriye’nin üstü başı, havlusu, neyi varsa doldurdu eski bavula. Gelip almaz ki ciğersizler. Bir güne bir gün dememişler yanına varayım. Oğlu, kızı olmayana kim sahip çıkar? Bırakmışlar hükümetin insafına. Allah kimseyi muhtaç koymasın dedi sessizce. İhtiyarın sağken, yattığı yerden gözünü ayırmadığı pencereyi kapatıp döndü. Bakışları örtü niyetine serdiği battaniyeye değince irkildi. Cılız ayaklarını uzatıverecek sandı öte dünyadan. Ne çabuk uzardı tırnakları. İşittirmeden sızlanırdı kadının yemeğini taşırken. Altını temizlerken kaç kez dua etmişti iki iyilikten biri diye. Hemen de tövbe diyordu. İyiliğin ikisi de kesecekti para musluğunu. Daha değil. İkinci katın kabası yeni bitmiş. Gündelikten aldıkları sıvaya yetmez. Oğlanlar da veriyor iyi kötü ama arada gelinler var, torun torba var. Güvenip de yola çıkılır mı hiç?
Hayriye de yarı yolda bırakmıştı şimdi. Az daha dayan, sıkalım dişimizi Hayriye dediği günler geride kalmıştı. Devlet sağ olsun. Her ay tıkır tıkır sayıyordu parayı ne güzel. Kuş kadar ihtiyarın masrafı ne? Bir tas çorba, çaya bir kıymık şeker. Bez pahalıydı pahalı olmasına ya, onu da temizliğe gittiği eczacı hanım depodan getiriverirdi sevabına. Sonra çipil doktor, hemşire… Allah razı olsun. Hükümet, git hele ne haldedir buyurmasa gene gelirlerdi vallahi. Hemşire bakar bakar yazardı bir kâğıda. Beş, bilemedin altı dakika sonra başlarıyla tamam der, kapının önündeki arabaya varırlardı. Az hayıflanmamıştı onlara bakarken. “Bu çipil şu kadar mayış alsa, döneri möneri koy üstüne hey maşallah.” Cehenneme direk olası herif. Başlarında dursa küçük oğlan neye doktor çıkmasındı? Zekâlıydı epey. Olsun, bin şükür. Baba da oldu oğullarına, ana da. Elleri ekmek tuttuğunda bile sabahtan akşama didindi. Evlendirdi hem de davullu zurnalı.
Şükür ya rabbi diyerekten bavulu kapının girişine sürükledi. Hayriye’yi madem Allah göndermişti kapısına, bir çift altın küpesi hariç neyi varsa Allah rızası için hayrına dağıtacaktı.
Boğazında kaskatı bir şey, dönüp baktı odaya. Hayriye’nin her saat boğulduğu bu küf kokan odaya baktı çıkmadan. Duvardaki elektrik düğmesi kapalı, kapı, pencere örtülmüş üstüne. Köşedeki sandığa baka baka gün mü geçer? “Kimse yok mu!” diyen cılız sesi yeniden işitir gibi oldu. Şeftali ağaçlarını sayıklardı niyeyse. Onların altına gömülsem derdi hep. Karanlığın içinde kendi çocukluğuna sığındığını, dönmemek umuduyla kaçıp gittiğini ne bilsin Güleser? Her defasında dili, damağı zehirle sıvanmış uyandığını yatağında. Bir saat daha yaşayası kalmadığını. Gün gelir de kim olduğunu bilmeden ölüp gitme korkusuyla hatıralarına gözü gibi baktığını yattığı yerden. Ne bilsin. İki yanı, sırtı yara içinde. Küf kokulu yorganın altından inleyişi, kalan son gücüyle varlığını hatırlatışı yok muydu…
“Suu!”
Her defasında son yudum umuduyla yutkunuyordu ihtiyar. Kurtulmak için çırpınıyordu bu dehlizden. Kolay mıydı can teslim etmek? Bardak başucundaki eski sehpaya, Güleser’in eller yorganın ucuna. Ayak parmaklarına dek sıyırıp açınca perdeyi, ömrünce örttüğü neyi varsa saçılınca ortaya nasıl da ürperirdi ihtiyar. Pijama iner ilkin, odanın soğuğu sinsice hücuma geçer. Zar gibi derisini parçalayıp yüreğine ulaşması bir saniye. Sonra bacaklar iki yana. Sımsıkı yumardı gözlerini. Buna alışılır mı? Güleser, yaralı ete yapışmış bezin utancından kundaktaki bebeği sarmalar gibi kurtarmaya çalışsa da nafile. Üstelik gecesi vardı bunun. Zaman bitmek bilmez duvarların içinde. Kapıda asılı mantoya baktı. Hayriye’nin gözünü ayırmadığı eski kumaş yığınına. Doğru ya. Bir tek bu manto hatırlatıyordu zavallıya dışarıda bir dünya olduğunu. Bari misafir gelse arada, kapıdan sızan konuşmaları dinlesem diyen ihtiyara öyle devirmişti ki gözlerini. Hatırlayınca içi cız etti. Kendini haklı çıkaracak sebepleri getirdi hemen aklına. Konuklara ikram edecek çay lazım, tatlı değilse de birkaç bisküvi koymak gerek tabağa. Kuruş ziyan edemezdi. Daha camlar takılmamış. Hayriye’nin payına düşen arada bir kapının ardında oğlanların sesi, inşaat, sıva, kereste. Ustaların yevmiyesi. Sonra gene kum, gene çimento…
Suratına dayadığı kâsedeki çorbayı güçlükle bitirirdi ihtiyar. Yarası kapanmaz, ikisi de bilirdi. Hiç sağalır mı o çürümüş etler? Olsun, bir gün aç koymadı çok şükür. Kaşık usul usul ağzına gidip geldikçe göz göze geldikleri anlar, kadıncağızın çaresiz bakışları. Yüreği sıkıştı Güleser’in. Tepsiyi alıp her çıktığında başını nasıl da çaresiz döndürürdü kapıya doğru. Hayriye’nin gözleri gelip oturdu gözlerinin üstüne. Öncekilerin tıpkısından bir gün daha devrilirken, ihtiyarın gecesi katran karası kollarını uzattı. Yapıştı sanki boğazına. Sonra, dikildiği yerden yeni binanın gölgesi çarptı gözüne. Güneşe hasret bıraktığını hiç fark etmemişti şimdiye kadar. İkinci katın kabası hepten kesmiş ışığın önünü. Bütün gündüzler gece. Saatler kaskatı yüküyle binmiştir üzerine. Teslim edemediği canıyla baş başa bırakmıştır garibi. Yastığın kiri, yorganın küfü doldu burun deliklerine. Eteklerinin içindeki ıslaklık hissiyle irkildi. Altı ıpıslaktı sanki o anda. Ipıslak göz çukurları.
Yemenisini attı geriye, neredeyse koşup bir kez daha yaş bezlere sarılacak. Acıttığından habersiz sürtecek de sürtecek. İyice ovmalı, temizlemeli. Kokusu daha da çıkmadı burnundan. Azıcık otursaydı başucunda, hasbihâl etseydi keşke. Ayak sesi dinleyerek, ha geldi ha gelecek umuduyla günü tüketmek böyle bir histi demek. Ipıssız kalmak böyle bir şeydi. Başını usulca çevirdi yatağa doğru. Yorgan gelip serildi göğsünün üzerine. Soluk derisi hepten sarıya çaldı. İşte o vakit, son kez bir pencere düşledi günden yana. Açılıverseydi, esseydi efil efil. Az ışık düşseydi kadıncağızın üstüne. El ayak çekilince yarenlik etseydi yorganın üzerinden. Belki karanlığı delip şeftali kokuları bile getirirdi. Yorganın ağırlığını aceleyle itti üzerinden. Oturup iki kelâm etse ölür müydü? Etmemişti. Her defasında aceleyle çekip gitmeler, ihtiyarı uzun saatlerin zulmüyle bir başına bırakmalar… Çıt çıkmayan evin içinde iki tükenmiş beden, gecenin kollarına sığınmış iki zavallı kadın. Güneş fırlayıp kaçmış bulutların arasından. Kim söndürüyordu ışıkları böyle çabucak? Bir kere olsun varsaydı yanına. Bölüşseydi katran karası saatlerin ağırlığını. Ah şu yorganın küf kokusu yok mu! Bir daha gelip serildi Güleser’in üstüne. Dili damağı kurudu. Son nefesim zannederek doldurdu havayı ciğerlerine. Bir kendi soluğu vardı şimdi yorganın altında, bir de aklından geçenler. Hiçbiri uymadı odanın siyahına. Gözlerini yumdu. Yüreği ihtiyarın son nefesini yakalayıp hapsetmiş, bırakmıyor. Tutuyor da tutuyor karanlığa inat. Kımıldasa kurtulacak. Bir hamle yapabilse kapıya doğru. Sıyırıp atsa eteğinin altındaki ıslaklığı. Bu kokuyla öleceğini kim kestirebilir? Hayriye’nin de aklına gelmemiştir gençken.
Pencereyi açık bıraksaydı keşke. Kemiklerinden tutup diplere sürükledi karanlık. Tümden umudu kesmişken köşedeki sandığa tutundu bakışları. Şeftali kokusu muydu kapağının altından sızan? Senelerdir aklına gelmemiş bir türkü takmış peşine seherin alacasını, kulağının dibinde yerini almış. Fersiz gözleri pencereye çevrildi. İncecik bir sarı huzme süzülüp doldu içine. Işık ciğerlerinde direnen nefese karıştığı sıra Hayriye gülümsedi karşıdan. “Ha gayret Güleser,” dedi. “At o yorganı üzerinden.” Sağken esirgediği gülüşünü uzattı ihtiyarın gözlerine. Bedenine yük olan karanlık yavaştan çekildi. Geriye, ruhundaki ağırlığı itmek kalmıştı. Bu yükten kurtulmak kolay değil. Biliyordu. Ellerini bin bir güçlükle başına götürdü. Bir gayretle yemenisini düzeltti. Ancak o vakit kendisine ayrılmış yere doğru uğurladı ihtiyarı.
Ayağının dibindeki bavulla bir müddet daha dikildi kapıda. Çürümüş tahtaların gıcırtısını geçip aydınlığa çıkması zaman aldı. Oğlanların yakında sıvasız duvara astıracağı levhayı düşledi. Bir bavula baktı, bir betondan eserine. İçindeki öteberiyi sürüklerken rahmet okudu Hayriye’ye. İhtiyar tekrar gelip dikildi gözünün önüne. Aniden burun buruna geldiler. Sıçradı birden. Dudakları kıpır kıpır. Hızlı hızlı okuduğu dualarla yol vermeye çabaladı kadına. Elindekini güçsüz, dermansız sürüklüyordu. Hayırsız oğlanlar tutaydı ya şunun ucundan. İç çekti, “Bak,” dedi “yabana gitmeyecek. Köylülerimiz nasiplenecek üst başını.” Yürüdü sonra derneğe doğru. ‘Afiyet Apartmanı’ henüz asılmamış tekmil harfleriyle el salladı arkasından. Uğurladı Hayriye’den kalanları.
Neşe Cengiz