Gözlerinin arkasında yanan zifiri karanlığı fark ettiğinde, iliklerinin kemiklerine yaptığı baskıyı anlamaya başlamıştı. Yorgun deniz kıyılarının dibinde dinlenen yaşlı kadından farkı yoktu. Gece yarıları, karanlık gökyüzü hepsi oydu. Etrafındaki kasvetin ve o boğucu kokunun bütünleşmiş olduğu etkiyle kötülük tamamen kendisiydi. Bu zamana kadar şehir şehir aradığı o karanlık tamamen içindeydi. Fark ettiğinde cevabını bildiği bir soruyu kendine sormuş, tatminliği ona yeterli gelmemiş ve kendine kızmış gibi hissediyordu. Sanki her zaman biliyordu. Korkup kaçtığı ama sürekli yakaladığı canavarı içinde büyütmüştü. Bu onu daha da korkutmuş, suçu etrafına atmak için diyar, diyar gezmişti. Suçladığı rahipler, yaktığı camiler, klişeler hep kendini ateşini söndürmek içindi. Biliyordu tek bir kül kalmayana kadar yaksa da ateş hiç sönmeyecekti. Çünkü izin vermeyecekti. İçten içe bunu istiyordu. Kendi canavarını büyütüp ruhunu satana kadar buna devam edecekti.
Gölgeler insanın peşini bırakabilir miydi? İnsanın kendisini bırakması buna eşdeğer sayılırsa şayet neden olmasın değil mi? Çok düşündü Pera. Bu korkunç dalgaların arasından çıkıp gelen kötülük içinde can bulurken insanları öldürmek kolaydı. Ya ruhlarını? ‘’Sevinçlerin, umutların, aşkların bir anda katili olunabilir miydi?’’ diye sayıkladı. Somutluk kolaydı. Deşici ve zarar verici herhangi bir aletle (buna elleri de dahil etti) karşısındakinin varlığına son verebilirdi. Ama ruh hep orada kalacaktı. Belki mekan değişecek ama varlığına devam edecekti. Başka bir yolunu bulmalıydı. Etrafında dolanan nefes seslerini kesmekten ziyade insanların bu nefeslerini almak istememelerini sağlamalıydı. Kişi kendinden vazgeçerse ruhundan da vazgeçmiş olurdu. Vazgeçilen bir ruh bu dünyada barınamazdı. Doğruldu koltuğundan Pera. Yıllarca aradığı cevapları bulmuş gibi gururlandı kendinden. Kötülüğü insanların içine vermeliydi, yani umutsuzluğu. İnsanlar o zaman yarından vazgeçerlerdi. Sonra kendilerinden. Böylece ruh tamamen yok olurdu. Sadece bir kelimenin silahıyla.
Pera artık yürüdüğü kalabalık caddelerden daha fazla keyif alıyordu. Artan kurban sayısı, içinde tarifsiz bir haz yaratıyordu. Düşünmeyi bir kenara bırakmış, ne yapacağını çoktan bilen edasıyla ilerliyordu. Binlerce insanın üzerinde uçuşan kara bulutları görebiliyordu. Mutlu sayılacak insan neredeyse yoktu. Olanlarında akıllarının çoktan uçup gittiğini fark etti. ‘’Delilik’’ dedi. ‘’Bahşedilmiş bir lütuf gülmeyi unutan asık suratlara.’’
Bu zamana kadar, sert dalgalı okyanuslarda harmanladığı, kaçtıkça bütünleştiği karanlığı salma vakti geldiğini her düşündüğünde; ‘’Acaba bu zahmete hiç girmesem mi? İnsanlık benim tek bir parmağımı kıpırdatmama ihtiyaç duymadan kendi sonunu getiriyordu zaten. Umutsuzluk çoktan onları sarmaya başlamış. Yarınlarını çoktan kaybetmişler.’’ diyordu. Artık bu kara bulutlar arasından zaferle akıp giderken sona yaklaştığının farkındaydı.
Karanlık şarkılardan çıkıp gelmiş, ışıltılı gökyüzüne kaldırdı kafasını Pera. Başarmıştı. Umutsuzluğu insanların içine salmış ve yarınlarını yok etmişti. Peki neden hala zaferin o tatlı hissini içinde hissedemiyordu. İnsanlık teker teker yok oluyordu. Ayın altında süzülen ışığıyla baş başaydı işte. Dünya oldukça karanlıktı artık. ‘’Çabalanan yolun sonuna gelince her şey tamamlanacak sanılması bir efsane.’’ diye sayıkladı. Tamamlanmak diye bir olay yoktu. Mücadeleler, istekler, amaçlar, yorgunluklar vardı ama bunların sonu yoktu. Ya da varılan son beklenen gibi değildi. Bunca asır savaştığı amacın başarısını yanına aldı Pera ve daldı ayazın soğuttuğu denizin serin sularına. Gözden kayboluncaya kadar yürüdü. Karanlık hayata hakimiyetini saldıkça, içten içe Pera’da yok oluyordu. Dengeyi de unutmuştu çünkü. Amaçsızlığın verdiği yokluğun, kendisini de yok edeceğini akıl edememişti. Tıpkı kazanmanın gerçekten kazanmak olmadığını anlamayan diğerleri gibi.
İzel Altındal