Perdenin Ardında Kalan Hikayeler: Beş Sevim Apartmanı

“Bu beş tuhaf insanın cinlerle perilerle ilgisi yoktu belki ama sanki hepsi deliydi… Hatta Beş Sevim Apartmanı belki de beş hücreli bir akıl hastanesiydi..”

Farkında olmak, kendimize, yalnızlığımıza doğru attığımız ilk adımdır. Farkına vardığımız andan itibaren gördüğümüz şeyi değiştirmek isteriz. Bu süreç sancılıdır. Çünkü alışkanlıklar yakamızdadır. Öğrendiğimiz budur ve yerine koyacağımız başka bir duygu bulamayız. Belki kendi ışığımıza dönüp baksak, neleri aydınlatacağız hayatımızda? Ama bizler ışığı başka yüreklerde arama gayretindeyiz.

Yüzümüzü ışıklarını arayan 5 farklı renkteki apartmanın pencerelerine çevirelim istiyorum. Deli Kadın Hikayeleri, Gergedan, Başkalarının Tanrısı, Kırmızı Zaman vs. gibi kitaplarla hayatımıza giren Mine Söğüt’ün Beş Sevim Apartmanı’nı : Rüya Tabirli Cinperi Yalanları kitabından bahsedeceğim.

Apartmanın adı beş kediden gelmektedir. Merkezdeki hikâyede susturulmuş anne rolünde sıkışmış bir kadın yer almaktadır. Huriye Hanım. Apartmanın sahibi Huriye Hanım, kocası tarafından erkek çocuk dünyaya getirmediği için baskılanmış, şiddet görmüş bir kadındır. Dünyaya her kız çocuğu getirdiğinde evde bir matem havası oluşmuştur. Doğan kızlardan ilkinin adı Sevim’dir ve pekte yaşayamamıştır. Diğer kız çocukları da öyle. Ardından kocası da terkedince artık Huriye Hanım’ın tutunduğu şey kedileri olmuştur. Bu kediler Sevim adını almıştır. Bir döngünün içinde hapsolmuş Huriye Hanım cinperileri gördüğü andan itibaren sessizce yitip gitmiştir. Onun erkek çocuk dünyaya getiremediği için böylesine kimsesiz ölmesine neden olan yine bu toplumdur. Bu sessiz sedasız ölüm, kadının susturuluşuna nasıl da dem vuruyor! Apartmanın temeli, sahibi olan kadının hikâyesini kendi ağzından değil, bir erkeğin ağzından dinliyoruz. 

Beş Sevim Apartmanı’nda, dışarıyla bağlantısı olmayan, denize bakan bir pencerede sadece dışarıyı izleyen sakinler yaşamaktadır. Bu beş sakinin hikâyesini anlatan kişi ise psikanaliz uzmanıdır. Halası ile yaşayan bir doktor. Doktor Samimi. Ailesini erken yaşta kaybetmiş, hiç sevilmemiştir. Bu nedendir ki, tıpkı Jung’ın ‘’gölge’’ arketipi gibi cinperileri arkadaş edinmiştir kendisine. Rüyalarında onunla oynayan, yönlendiren bu cinperiler Samimi aşık olduğunda onun aşkına engel olmuş ve artık işler Samimi için bir kabusa dönüşmüştür. Samimi’nin annesinin adı Gül’dür. Aşık olduğu kadının adının Gülizar olması ve kavuşamamalarını ele aldığımızda Samimi’nin annesine olan öfkesini görebiliriz. Bir başka tespit ise Samimi’nin bodrum katında yaşıyor olması. Anne rahmini sembolize ediyor gibi.

‘’Samimi yıllar boyu terk edilmişliğine sustu. Samimi arkadaşlarının alaylarına sustu. Samimi halasının ilgisizliğine sustu. Sustu, sustu, sustu… Oysa bu suskunluk oyununu öğreten rüyalar dolusu cinle periydi.’’

Çırpınıp içinde döndüğümüz bir deniz var. Dalgalar bizi bir kere okşasa da vursak karaya. Selamlasak beton yığınını da, uzun kavakları da ama dalgalar bizi sürekli uzaklaştırıyor. Sevilmediğimiz zaman, sevilmek uğruna verdiğimiz çaba gibi. Bizi kendi benliğimizden uzaklaştırıyor. Diğer apartman sakinlerinin de derinlerinde bu yatıyor sanırım.

5 apartman sakininden ikisi erkek üçü kadındır. Her pencere bir renge sahiptir. Yüzümüzü soluk sarı pencereye çevirelim önce. Büyürse, babasını öldürdüğü gibi onu da öldüreceğini zannettiği için cüce olduğuna kendisini inandırmış Oğuz’a. Yoksullukla cebelleşen, fuhuşa zorlanan Gülsüm’ün, aldırmak istese de aldıramadığı çocuğudur Oğuz. Annesinden bahsederken sıkça ‘’sevgisiz’’ ‘’nefret dolu’’ ‘’soğuk’’ gibi tabirler kullanmıştır. Annesi ona büyüdün, başının çaresine bak artık, ben sana bakamam gibi sözleri kullandığında Oğuz’da tıpkı annesinin babasını öldürdüğü gibi Gülsüm’ü öldürmüştür. Gülsüm’ün kadınlık kaderini ataerkil düzenin ona yüklemiş olduğu normlar belirlerken, Oğuz’da anne kurbanı olmuş gibidir.

Kurşuni yeşili perdenin ardında Yeşim yaşamaktadır. Babasının onu olduğu gibi kabul etmemesiyle tüm dünyası yıkılmıştır Yeşim’in. Başka bedenlerde, başka yüreklerde arar o sevgiyi. Kadının cinselliğinin tabu haline geldiği bu hikâyede, Yeşim baygın düştüğünde bile ona odaklanmak yerine, babasına bu durumun nasıl anlatılacağına odaklanılmıştır. Ailesi tarafından görülmeyen genç kızımız diğer karakterler gibi cinperilere karışmıştır. Baba figürü burada görülmezken, Yeşim anneannesini beşinci kattan atacak kadar kötücül bir karakter haline gelmiştir. Öyle anlıyorum ki, tıpkı günümüzdeki gibi tüm sorumluluk kadına yüklenmektedir.

Kahverengi perdenin ardında Yusuf oturmaktadır. Şiddet gören, sevgisiz büyüyen bir karakter daha. Üstelik şiddetin sembolü demir ökçeli ayakkabılar. Babasının tecavüzüne dahi uğrayan Yusuf bu rugan ayakkabı ile annesinin ölümüne neden olmaktadır. Annesi Sevgi Hanım’ın eşinden yediği dayak bir yana dursun, birde oğlu tarafından öldürülmektedir. Sevgisiz büyümenin öfkesi, bir yerde mutlaka gelip buluyor insanı. Bir kez okşansaydı Yusuf’un başı, neler değişirdi belki…

Turuncu perdenin ardında Elif yaşamaktadır. Çirkinliği ile dikkat çekerken ikiz kardeşi ise güzelliği ile hikayede yerini almaktadır. “Kardeşim beğenile beğenile, ben unutula unutula büyüdüm” (s. 87) diyerek kendini ifade etmektedir. On beş yaşına geldiğinde kız kardeşi ölür. Elif için bu bir fırsattır çünkü kardeşinin kıyafetlerine, ayakkabılarına sahip olabilecektir. Hesaba katmadığı şey ise oranın bir cenaze evi olmasıdır. Haliyle tıpkı diğer karakterler gibi şiddet görür. Cinsel kimlik bozukluğu olan karakterimizin bu hastalığının temelinde yine annesinin erkek çocuğu dünyaya getirememesinin kurbanı olmak yatmaktadır. Elif babasına kendini sevdirmek için erkek kıyafetleri giymeye başlar ve bir süre sonra erkek rolüne bürünür. Babası öldüğünde dahi, hem babasının yasını tutar hem de bu rolü elden bırakmaz. Annesinin evlenmesi ve bir erkek çocuğu sahibi olması üzerine o da kadınların deliliği tarihinden nasibini alır. Evin her tarafına ‘’bir çocuk öldürüldü’’ yazar. Bir çocuğun öldürülmesi bir yana dursun, diğer tüm yazgılar gibi kadınlık yitip gidiyordur aslında.

Kırmızı perdenin ardında, son apartman sakini Melike yaşamaktadır. Baba hasreti ile büyüyen karakterimiz bir gün babasının çıkıp geleceği hayali ile yaşamaktadır. Bir gece babası olduğunu düşündüğü bir adamı içeri alır. Adam ona tecavüz eder ve gider. Ertesi günlerde rüyasında babası olarak gördüğü tecavüzcüsü Melike’ye annesi ve anneannesi yüzünden onu terk ettiğini söylemesi üzerine öfkesinin hedefine Melike, annesi ve anneannesini yerleştirir.

Tüm karakterlerin ortak yanı sessizliğe mahkum edilişleridir. Günümüzde de kadınların dile düşmesi öyle kolaydır ki, kitapta da bu karakterlerin sessizliği yalnızlığı getirmiştir ve delilik, geleneksel rollerin dışına çıkamayanlar için bir dayanak olmuştur. Nice Melikeler, Yeşimler yitip gitti, nicesi de hala içimizdeler. Dilerim perdenin ardından alıp gökyüzüne kavuşturduğumuz bir dünya kurabiliriz.

 Kitabı bitirirken, bende uyandırdığı duygular ile yazdığım şiir ile noktalamak istiyorum.

ŞİİRİN ADI PERDENİN ARDINDA

Önce sustum

Dedim ki düzene ayak uydur

Çünkü susmak düzende sevilmenin en kolay yoludur

Herkes seni kendi gibi zanneder

Gösterir kendini tüm kötü yüzler

Oysa sen ne siyahsındır ne beyaz

Ne müminsindir ne tanrıtanımaz

Ne çok dahi ne de aymaz

Fakat olduğun gibi kimse seni kalbine koymaz

Karşındakinin şekillendirdiği kadar var olursun bir kalpte

Onlar gibi giyin, onlar gibi gül, onlar gibi sev

Hepsini yaparsın

Ama sonra haykırır içindeki hiç şekil almamış bütünlüğün

Der ki; Senin sevgin bir gülü kanatırcasına değil baharı yeşertircesine

Mümin, müzmin, Aymaz, şahbaz

Binlercesini taşırsın içinde

Her biri öğrenilmiş

Kimi zaman yoksul bir mahallede

Kimi zaman kapısı kodaman dolu mağazaların olduğu uzun bir caddede

Bir sen var olursun en nihayetinde

Seni seven kalıplara sokan değil

Bakandır bütünlüğüne.

Seval Uslu

Önceki İçerikTuzlu Bal
Sonraki İçerikBilinci Değiştirebilmek