İdeon – Tanrıların Yolu

Kendi farklılıklarınızı, aydınlık ve karanlık yönlerinizi yönetirken toleranslı olabiliyor musunuz? Hayatta tesadüf diye birşey yoktur derler; IDEON’u okuyanlar bu cümleye daha çok inanıyor artık…

“Hayatta tesadüf diye birşey yoktur” derler. Orhan Bahtiyar’ın İdeon- Tanrıların Yolu adli kitabı ile tanışmam bu inancımı kuvvetlendiren etmenlerden biri oldu.

Tam da savaş ve barış ikilemini sorguladığım ve kavramlar okyanusunda kaybolduğum bir süreçte karşıma çıktı ve başlangıçta macera romanı olarak algıladığım ancak bitirdiğimde kendimi çok başka alemlerde bulduğum bir kitap oldu, Ideon .

Kitap II.Dünya Savaşı’nın ortalarında geçiyor. Tarih bilgimi yokladığımda II.Dünya Savaşı’nın insanlık tarihinin en kanlı savaşı olduğunu ve bu dönemde insani değerlerin dengesini bozan bir soykırımın, yahudi soykırımının yaşandığını hatırlıyorum. İnsanlık tarihinde bu savaş, bize savaşın en kötü yönlerini gösteren bir örnek ve Ideon’da zaman olarak bu keskin virajlarla dolu olan dönem fon olarak alınmış. İlk bölümde Amerika ve Almanya ordusu için çalışan bilim adamları ve askerlerle tanışıyoruz, maceralı bir karşılaşma oluyor. Karakterler hızlı bir şekilde maceraya dahil olurken yazar Alman ve Amerikan toplumunun o dönemdeki yapısını ve insani değerlerini karakterlerin bireysel hikayeleri aracılığıyla sorgulatıyor bize. Devam eden bölümlerde her iki ekibin de planları hedeflenen doğrultuda gerçekleşmeyince ve kendilerini bilmedikleri bir coğrafyada, İda’da (Kaz Dağları’nda) bulunca romanın can alıcı noktaları ortaya çıkmaya başlıyor.

İçinde bulundukları coğrafyanın ve ilk başta belli bir mesafeden gözlemledikleri daha sonra yakınlaştıkları yöre halkının da etkisiyle karakterler iç hesaplaşmaya başlıyor. Örneğin Tanya bu hesaplaşma sonucunda “Savaşa, insanlığa, geleceğe ve hatta kendine karşı bile bir duruşu olması gerektiğine” karar veriyor.

Olaylar birbirini takip ederken bu sefer fona İda’nın eşsiz doğası dahil oluyor; kimi zaman bir resim kimi zaman da müzik eseri olarak. Yazarın başarılı tanımlamaları ve tasvirleriyle bir taraftan o resim gözünüzde canlanırken diğer taraftan müziği de kulağınızda duyuyorsunuz. Örneğin karakterlerden Tanya’nın “New York Flarmoni bu konseri mutlaka dinlemeli diyerek” iç geçirdiği an şöyle betimleniyor: “Tatlı sert bir rüzgar esiyordu. Rüzgarın tatlı kısmı serinlik verirken, sert kısmı ise saçları dağılabilecek kadar uzun olanlara zor anlar yaşatıyordu. Ağaçların saçları ise dallarıydı. Rüzgarla birlikte, karşılarında bir orkestra şefi varmış gibiydiler. Doğa bir hareketiyle söğüt yapraklarını tatlı tatlı salındırırken; başka bir hareketiyle çam kozalaklarını birbirine vurdurarak, söğüt dallarının solosuna eşlik edecek ritmi oluşturuyordu.” Başka coğrafyalarda dünya tarihinin en kanlı senaryosu tüm gerçekliği ile oynanırken İda’da da doğa tüm gerçekliği ile barışa ev sahipliği yapıyor. Hem savaş hem barış! İkisi aynı düzlemde, birlikte…

Hangisi gerçek hangisi ilüzyon? Olaylar sorgulamayı arttırıyor.

İşte, tam bu noktada Kuşçular Köyü ve sakinleri maceraya katılmaya başlıyor. Bir tarafta Amerikan ve Alman askerleri ile bilim adamları diğer tarafta Kuşçular Köyü sakinleri ve tam ortalarında köy halkından Yorgan (Jurgen) Dede. Savaş ve barış ikilemi sorgulanırken kültürel farklılıklar da sorgulanmaya başlanıyor. Gerek Yorgan dedenin Kuşçular Köyü halkıyla olan ilişkisi gerekse inanç farklılıkları (Alevi-Sünni) barındıran Kuşçular Köyü halkının birbirleriyle olan barış dolu ilişkisi çoğulculuğun ve Anadolu’ya has toleransın güzel bir örneği olarak ifade buluyor. Farklılıkların barış içinde varlığını devam ettirebilmesine aracılık eden tolerans kavramı barışın gerçekliğini savaşın ise bir ilüzyondan ibaret olduğunu anlatıyor sanki.

Amerikan ve Alman askerleri şartlar gereği Kuşçular Köyü’nde yaşamaya başlayınca köy halkının ve İsviçreli bir arkeolog olan Jurgen -Yorgan Dede’nin hikayesine daha yakından tanık oluyoruz.

Yorgan Dede de İda’nın büyüsüne kapılıp o bölgede yaşamaya karar veren, hayata çok farklı pencerelerden bakmayı bilen bir insan. Bu pencereler arasında bilim, felsefe ve mitoloji var. Bütün bu çok yönlülüğün çıkış noktasını sevgi olarak belirlemiş biri o, hangi koşulda olursa olsun değerlerinin farkındalığında kalarak. Yorgan Dede’ nin hümanist yaklaşımı Kuşçular Köyü halkının farklılıkları yargılamadan kabul eden anlayışı ile birleşince günlük hayatta ihtiyaç olunan tolerans kavramının ne kadar insana has gerçek bir hal olduğu bir kez daha hatırlatılıyor. Bu esnada bir taraftan Hz. Muhammed’in düşünce dünyasına uğranırken diğer taraftan Hz.Ali ‘nin anlayışının derinliklerine yolculuk yapılıyor ve dolayısıyla bu anlayışın yansıması olarak kabul edilen aleviliğe ve bektaşıliği dek uzanıyor bu yolculuk.

Kahramanların bir macerayla başladıkları bu yolculuğa başka bir macera daha ekleniyor Yorgan Dede sayesinde. Efsaneleri, mitoloji ile kadim bilgileri esas alan ve Svastika’ya giden bir macera bu. Burada insanoğlunun çok yönlülüğünün bir yansıması olan sembolizmle karşılaşıyoruz. Tüm bu yolculuğa Dudu ile Reizeger arasında yaşanan naïf bir aşk hikayesi eşilik ediyor. Fonda İda Dağı’ nın eşsiz güzellikleri olağanca haşmetiyle hakimiyetini sürdürmeye devam ederken o bölgeye has bitki örtüsünün, yemek kültürünün ve zeytinin hikayesine tanık olunuyor.

Romanda çok farklı kavramlar ve konular paralel bir şekilde yol alırken karekterlerin sorgulamaları tek bir noktaya doğru yol alıyor sanki; Hakikat- Saf bilgi. Örneğin Steiger “bu toprakların onu insanlaştırdığını ve her geçen gün, ruhunun ve benliğinin üzerine hayata dair bir çentik attığı” sonucuna varıyor. Diğer taraftan Zacharian Yorgan Dede ile yaptığı bir sohbette hakikati sorguluyor. Bitmek bilmeyen arayışlar ve sorular gündemdeyken ve ortama barış hakimken sahneye tekrar savaş giriyor. Çıkarcılığın ve acımasızlığın hüküm sürdüğü o anlarda savaşın yansımaları görülüyor. Onca yaşanan acı ve hüzünle birlikte roman yine naïf bir aşk hikayesine bizi tanık ederek son buluyor. Bütün bu yaşananlar barışın esas olduğunu anlatırken bunu anlaşılabilmesi için de bir ilüzyon olan savaşın varlığına ihtiyaç olduğunu hatırlatıyor yani zıtların birlikteliğini.

Evet, başlangıçta sadece macera romanı olarak algıladığım bu kitap sonunda beni farklı kavramlarla tekrar buluşturdu. Tüm insanlığı ilgilendiren bir savaş sırasında değişik coğrafyalara ait bir grup insanın hikayesi merkeze alınarak evrensel değerler sorgulanıyor kitapta. Bunlardan bazıları savaş, barış ve tolerans. Kitabı bitirdikten sonra toplumsal hayatta ön plana çıkan bu kavramların bireysel hayatımızdaki daha doğrusu kendimizle olan ilişkimizdeki yansımaları nasıl acaba diye sormaya başladım? Kendimizle barış içinde mi yaşıyoruz yoksa sürekli kavga halinde miyiz ? Kendi farklılıklarımızı, aydınlık ve karanlık yönlerimizi yönetirken toleransı esas alabiliyor muyuz, ne dersiniz?

Kitap: Ideon-Tanrıların Yolu
Yazar: Orhan Bahtiyar
Sayfa: 384
Yayınevi: AYA

Pınar Şenoğlu

Önceki İçerikSufle mi? Mutfak mı?
Sonraki İçerikBeatles’ın Şehri Liverpool

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz