Kiarostami’nin filmi ‘Aslı Gibidir’, zekâ ve incelik dolu senaryosuyla hayat, sanat ve ilişkiler üzerine sorular sordurtuyor.
Sanatta yaratıcı zekânın izlerine rastlamak insanı heyecanlandırıyor doğrusu. Bunu sinema alanında yapabilen ender isimlerden biri, hiç kuşkusuz Abbas Kiarostami. Sadece İran değil, dünya sinemasının dâhi yaratıcılarından Kiarostami’nin yazıp yönettiği “Aslı Gibidir” (Copie Conforme), zekice kotarılmış senaryosu ve etkileyici görselliği sayesinde izleyenleri sanat, hayat ve özellikle ilişkiler üzerine düşünmeye davet eden, mütevazı bir başyapıt.
Kopyası Da Değerli Olamaz Mı?
Film, sanat alanına yönelik basit bir sorudan yola çıkıyor: Bir sanat eserinin kopyası, orijinali gibi değerli olabilir mi? Sorunun ortaya atıldığı ve film boyunca gözlerimizi benzersiz doğasıyla okşayan bölge ise Toscana. Bir başka deyişle, İtalyan rönesansının beşiği, dev sanatçılara ev sahipliği yapmış bir coğrafya, binlerce kez taklit edilmiş paha biçilmez eserlerin vücut bulduğu bir diyar. Böyle bir sorunun tartışılması için bundan daha iyi bir arka plan olabilir mi? Bu benzersiz fon önünde, orijinal-kopya sorunu üzerine yazdığı kitabı lanse etmek üzere İtalya’ya gelmiş İngiliz bir yazarla, okuyucusu olan Fransız bir kadın, birlikte bir gün geçirirler. Gün boyunca sanatı, hayatı ve ilişkileri, seyirciyi de yanlarına alarak tartışırlar, arabada, sokaklarda, müzelerde, restoranlarda.
İlişkilerimiz Ne Kadar Orijinal?
Değişik insan portreleriyle karşılaştıkça, sanat alanında ortaya atılan soru bir adım daha öteye taşınır: İlişkilerimiz ve aşklarımız da mı orijinallikten uzak birer kopyadır? Başkalarının veya yaşayamadıklarımızın taklidi midir söz konusu olan? Aşkı yaşadığımızı zannederken, acaba aşkı taklit mi ediyoruz? Ve mutlu çift rolümüzü, mutlu çift idealinin bir kopyası olarak mı oynuyoruz hayatın içinde? Sanattan başlayarak ilişkilerimize doğru gelişen bu sorular, filmin ana eksenini oluşturuyor. Zekice yazılmış diyaloglar zaman zaman, insanın da doğanın veya atalarının bir kopyası olup olmadığını düşündürtüyor. Toscana gibi bir bölgenin, sadece sanatsal/tarihsel birikimiyle değil, doğal güzellikleriyle de perdeye yansıması, filmin uzandığı bu düşünsel derinliği görsel yönden destekliyor. Ve birkaç ciltlik felsefe kitaplarına konu olabilecek bu ve benzeri sorular, son derece sade görüntü ve ifadelerle ortaya konuluyor film boyunca.
Yaratıcı Zekânın Devreye Girdiği An
Kiarostami’nin yaratıcı zekâsı özellikle bu noktada tüm parlaklığıyla ortaya çıkıyor. Filmin temel sorunsalının karşılığı olarak konumlanan çiftin kendisi artık mercek altındadır. İzlediğimiz kişiler gerçekten karı-koca mıdır, yoksa birbirleriyle ilk kez karşılaşan, geçmişlerinde benzer hüsranlara uğramış veya uğratmış, terk edilmiş veya etmiş iki sıradan insan mıdır? Bu belirsizlik öyle bir formda ortaya konuyor ki, filmi her iki gözle de izlemeniz mümkün. Adeta seyircinin serbest okumasına bırakılmış olan bu yapı, filmin temel sorularına, çağrışımlarına ve amacına zarar vermiyor, tam tersine, bütünüyle hizmet ediyor. Her iki okumada da, aşk ve ilişkiler üzerine benzer kaygıları, benzer hüzünleri, benzer kırıklıkları ve benzer mutlulukları hissedebiliyorsunuz. Öyle bir an geliyor ki, karakterlerin film icabı karı-koca rolü yapması ile eş olmadıkları halde karı-koca gibi davranmaları arasında bir fark kalmıyor.
Mutlu Aşk Var Mı, Yok Mu?
Sonuçta film, incelikli bir zekâ çizgisi üzerinde ilerlemesine rağmen, bir erkek ve bir kadının, orijinal veya kopya bir mutluluk arayışını sığ bir drama veya anlaşılmazlık girdabına düşmeden hissettirmeyi başarıyor, aşkı ve mutluluğu üretmenin ve değerini bilmenin önemini en zarif şekilde hatırlatarak. Doğanın saf görselliğine ve aynı ölçüdeki yalın diyaloglara dayalı yapısıyla ilmek ilmek ilerleyen film, seyirciyi de yavaş yavaş içine alarak sonlanıyor.
“Aslı Gibidir”, geçen yıl Cannes Film Festivali’nde başladığı uluslararası yolculuğu çerçevesinde kısa bir süre önce Türkiye’ye de uğradı. Gözden kaçırmış olabilirsiniz düşüncesiyle bir hatırlatma yapmak istedik. Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülüne lâyık görülen Juliette Binoche’un ve İngiliz opera sanatçısı William Shimell’in oyunculuklarından alacağınız keyif ise her şeyin ötesinde. İzledikten sonra, yaptıklarınızın ve yaşadıklarınızın ne kadar orijinal olup olmadığı üzerine düşüneceksiniz. Bir filmin böyle bir etki uyandırması da az şey değil.