Bir önceki sayıda bireyin işine olan tutkusundan dem vurmuş, işi aynı zamanda tutkusu olan insana ne mutlu demiştik. Bir kitap aracılığı ile açılan başka bir konuya geçmeden önce, bu konu etrafında bir tur daha atalım mı ne dersiniz?
Çünkü, okuduğum bir kitap bana şu düşündürdü: Hayatta, sadece işe olan tutku, insanı doğduğu, büyüdüğü, yaşamaya alıştığı topraklardan koparmıyor. Kimi zaman da ait olduğunuz topraklarınız olmadığında, bir işe tutkuyla bağlanıyorsunuz, götürdüğü her yere gidiyorsunuz…Daha cesaretli…Daha gözü kara…
Fotoğrafa ilgi duyanlar, vizörlerinin arkasına geçip zamanın akışını durduranlar bu ikiliyi çok iyi bilirler. Robert Capa ve Gerda Taro. İkili olarak anılmalarının nedeni elbette aralarındaki aşk ve daha çok birbirlerine yoldaşlık yapmaları. İşin özünde de Robert Capa imzasının kaleminin Gerda Taro olması.
Şu ana kadar hayat hikayeleri biyografi türündeki kitaplarda kaleme alınmış olsa da, Susana Fortes muazzam bir üslubla bizlere, bu ikilinin neden tarihte iz bıraktıklarını çok güzel ifade ediyor. Kitabın sonuna düştüğü notunda “Robert Capa figürü hep ilgimi çekmişti. Hayatı üzerine bir şeyler yazma fikri kafamda pek çok kez dönüp durdu. Bu ülkenin (İspanya) ona, en azından, bir roman borçlu olduğunu düşünüyordum. İkisine birden. Ve bu kesinliği askıda bekleyen bir borç gibi hissediyordum.” diyor. Ki bu borcu nasıl ödediğine, işte bu kitabı okuyarak ortak oluyoruz. Sadece bu da değil ki, çok lezzetli ifadelerle bir aşk hikayesi de okuayacaksınız. Belki de bu kitaptan sonra sizi fotoğrafçılığa başlatacak kadar etkileyici ifadelerle fotoğrafçılığın nasıl bir tutku olduğunu hissedebileceksiniz.
Romanın önümüzdeki yıllarda filme alınacağını da hatırlatalım ve bu ikiliye biraz daha yakından bakalım.
Gerta Pohorylle… Almanya’da doğan, Polonya pasaportuna sahip bir Yahudi.
Onca kitap, onca belgesel, onca sinema filmi… Her biri bize, farklı hikayelerle, geçmişte hayatın Yahudilere yaşattıklarını anlattı.
İşte Gerta da, Yahudilerin payına düşenden nasibini alıyor ve 24 yaşında vatanını terketmek ve Paris’e yerleşmek zorunda kalıyor. Bilirsiniz, bazen hayatın fay hatlarından biri kırılır ve bir daha eskisi gibi olmaz. Gerta’nın Paris’e gidişi ile başlayan çatlamalar, Andre Friedmann ile tanışmasıyla kırılmaya dönüşüyor.
Ve bir anda hayatın koyu grisi biraz açılıp yerini “Vatan diye bir şey yok. Bu yalnızca bir icat. Var olan tek şey, bir zamanlar mutlu olduğumuz bir yer.” Duygusuna bırakır.
Andre kim mi? Namı diğer Robert Capa. Vatan ya da aile, geçmişinden kopmuş başka yerlerde yaşamak zorunda kalan bir fotoğrafçı. Nasıl tanışıyorlar, neler yaşıyorlar, hayat onları nerelere sürüklüyor, neden adlarını değiştiriyorlar gibi detayları siz kitaptan okuyun bense girişteki soruma karşılık Robert Capa ve Gerda Taro’nun verdiği cevapların peşine düşeyim.
“Bazen kişi kendini evinden yüzlerce kilometre uzakta, Latin Mahallesi’ndeki bir çatı katında, Hayatında bundan sonra ne olacağını bilmez bir halde bulabilir; kişi oturduğu yerden ayrılmasının en eski sebeplerini keşfedebilir ve o an aynaya bakıp buna rağmen yüzünde kararlı bir mutluluk arzusu, coşkulu, yılmaz, sarsılmaz bir direnç olduğunu fark edebilir” düşüncesiyle Paris’te yaşamaya başlıyor Gerda.
Yani “Bazen hayat öylesine döner ki kişi hayata dair elinden ne geliyorsa onu yapar. “ Böylece herkes kendine bir hayatta kalma yöntemi belirler. İşte belki bu yüzden Gerda aşkını yaşarken de, savaş cephesinde korkusuzca fotoğraf çekerken de hep bir meydan okuma tutumu içinde yaşıyor hayatını.
Günlük tutuyor, birinin eline geçip okunabilme riskini hatırlatan arkadaşına “Kim olduğumu unutmaktan korkuyorum” diyordu.
Her ikisi de “Kalabalığın arasına gizlenip ellerinden kaçıp giden zamanın anlam kazanmasını sağlayacak yeni perspektifler arıyordu.” Savaş cephelerindeydiler. Ölüm anlarına olabilecekleri en yakın mesafeden tanık olmaya çalışarak…
Geçmiş sancıları devam ederken, ölüme çokça tanıklık ediyorlarken bir aşk da her şeye inat varlığını koruyabiliyor.
“Umarım bir an önce bizi kurtaracak bir şey olur. Umarım hiçbir zaman birbirimize ihanet edecek vaktimiz olmaz. Umarım ne bıkkınlık, ne yalan ne de hayal kırıklığı bize erişebilir. Umarım ona zarar vermeden sevmeyi öğrenirim. Umarım alışkanlık mutlu çiftlerde olduğu gibi, bizi yavaş yavaş, huzurlu bir şekilde aşağılamaz. Umarım hiç bir zaman yeniden başlayacak cesaretten yoksun olamayız.” Diyor Gerda.
Aşklarının ve hayatlarının sonu nasıl mı? Kitaptan okuyun isterim.
Ama bu hikayede mutlu son yok…
Vatandan koparılınca, hayatın kırıldığı yerden, cesaret doğuyor. Hayat, aşkta da işte de cesurca yaşanıyor. Bunun iki örneğini hatırlatmak istedim size.
İki insan, iki kısa ömür, cesurca çekilmiş ölümsüz kareler…
Figen Özer