En sevdiğim yönetmenlerden biri olan Ferzan Özpetek, filmlerinde anlattığı o gizemli dünyayı şimdi de bir romanın satırlarına taşımış. Harem Suare izlememle başlayan Ferzan Özpetek hayranlığım, Hamam (The Turkısh Bath) ile perçinlemiş, Cahil Periler, Kutsal Yürek ve diğer filmleriyle katlanarak artmıştı. Oyuz yıldır İtalya’da yaşayan Özpetek, Rosso İstanbul (İstanbul Kırmızısı) isimli romanıyla, bu şehre olan bitmeyen özlemini, çocukluğunun İstanbul nostaljisini, günümüz metropolünün yabancılığını lirik bir anlatımla aktarıyor okurlara.
İstanbul’da turistik bir gezi sebebiyle bulunan Anna ve Mıchele çifti ile, İtalya’dan annesini ziyaret için gelen bir film yönetmeninin hikayelerini birbirinden ayrı gibi anlatsa da, Anna ve yönetmen, romanın ilerleyen bölümlerinde bazı tesadüfler sonucunda karşılaşıyorlar ve aralarındaki o gizemli bağ, zaman zaman kendini bir sis bulutunun ardından gösteriyor.
Her ne kadar kendisi, “Bu romanda benden izler olabilir de, olmayabilir de. Her şeyi havada bırakıyorum.” dese de, romana kendimi kaptırdığımda, Kalamış’da çocukluğunu, ilk gençliğini bırakan o yönetmenin Ferzan Özpetek olduğunu hayal ettim. Hoşuma gitti bu hayal, bilmem neden! Çünkü ancak öylesi naif bir geçmişe sahip biri, bu filmleri yapabilirdi.
“İstanbul’u herkes mavi düşünür.” diyor düşlerin yönetmeni. Doğrudur. Belki de o en güzel maviye sahip denizi yünden. Ama bu romanla Ferzan Özpetek, bu şehre benim en sevdiğim rengi, kırmızıyı yakıştırıyor. Kırmızı aşkın rengi olarak bilinir, tutkunun simgesi diye tarif edilir. İnanmam bu sözlere. Kırmızı masumiyettir.