Bazı yazarlar vardır ki, sakin köşenizde kitabınızı rahat rahat okuyacağınızı düşünürken, ilkten sizinle, satırları arasından şöyle bir göz göze gelir. Sonrasında, öyle bir bakış atar ki, ta içinize en saklı yerlerinize ulaşır, bünyenizi çarpar, toplar, sonunda öyle bir böler ki parçalarınızla birlikte dağılıverirsiniz. Kendinizi hiçbir şekilde toparlamamak için kitabı bir yerlere bırakmak istemezsiniz. Kitabın son satırlarını okurken yazar son olarak bir bakış daha atar ve: ‘Siz hanfendi, dünya derdinden mümkün olduğunca izole edilmiş ve hijyene batırılmış hayatınızda, hayli huzurlu, mutlu mesut yaşarkene, hayat hiç hak etmediği halde pek çok masumu fena halde dürtüklüyo’ der, sizi oracıkta öylece bırakır, gider. Kendinizi toparladığınızda içinize o kadar işlemiştir ki, sizin aklınız artık eski yerinde değildir.
Beni bu yazın başından bu yana bahsettiğim hallere koyuveren iki yazar var. Hakan Günday ve Mine Söğüt. Hikâyelerindeki hayatlar ve edebi üslupları birbirlerinden farklı olsa da her ikisi de direk ‘vicdan’ ı hedef alıyor. Yazarken de öyle konuyu kibar kibar mecaza bağlamadan, lafı dolandırmadan direk en çıplak haliyle anlatmayı tercih ediyorlar. Hikâyelerindeki kurgu, kullandıkları anlatım dili kitabı elinizden bırakmak istemeyişinizdeki en önemli etkenlerden. Onların kitaplarını okumak için özel zaman ayırmak lazım. Akla ve vicdana takılanlara bir de boğaza takılanlar eklenmesin diye hazmı kolay şeyler yemek, içmek de önemli. Bazı satırlar ciddi anlamda nefes kesiyor. Kitaplarını veya gazete ve dergilerdeki kısa hikâyelerini okurken onların dünya nimetlerinden nemalanma gibi bir derdi olmadıklarını anlıyorsunuz. Eminim Hakan Günday uzak diyarlardan aldığı ödüle benim sevindiğim kadar tepki vermemiştir. Ne Mine Söğüt’ün ne de Hakan Günday’ın bir süre sonra çok pişmanım yanılmışım diyeceği bir durumları yoktur. Kitap fuarında kaç kişi imzaya gelmiştir çetelesini de tutmuyorlardır. Diyeceksiniz ki “Be kadın, nereden biliyorsun?” Tabii bilirim ben kitaplarında onların vicdanını okudum.
Çok mu yazdım? Bence de. Biraz sizi yazarlarımızla baş başa bırakayım, bir nebze olsun onları tanımanıza yardımcı olayım. Hangi satır hangi yazardan özellikle yazmıyorum. İstiyorum ki sizler de o satırları okurken beraber hemfikirlerde kavuşmuş olalım.
“Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış on binlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyipte yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi…”
“Ülkede yaşayanların boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu’da, ayakkabılı olanı Batı’da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyordu hepsi. Özellikle de kaçak denilen insanlar. Elimizden geleni yapıyorduk. Boğazımıza takılmasınlar diye. Yutkunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya… Sınırdan sınıra ticaret… Duvardan duvara… Tabii dünyanın geri kalanı boş durmuyor ve bir an önce doğdukları yerden çıkıp ölecekleri yere koşmaları için onlara her türlü çaresizliği sunuyordu. Çaresizliğin bütün çeşitlerini.”
“Ay doktorcuğum çocuğum, içimde şarkılarla birlikte okuttuğum mevlitlerde olacak, rica etsem onları alıp ayrı bir yere koyar mısın ben öldükten sonra. Yatağın altına mesela, ya da tavan arasına, çöpe bile atabilirsin, yakılıyorlarsa yak, uçuyorlarsa uçur, yüzüp yüzmediklerine bakmadan at denize. Gitsinler. Ama benden sana tavsiye, onları muhafaza etme içinde. Fena oluyor insan. Ölümü hatırlatıyorlar devamlı yaşayana. Beni öldürmek isteyen hayat, muhteşemdir.”
“Aşkı hikâye yapan imkânsızlıktır değil mi anneanne?”
“Bizim yeryüzünde yaşadığımızı sananlar çok yanılırlar. Biz, sizin aranızda değil görünmez bir Araf’tayız. Aklımızdan geçenleri mütemadiyen karanlık kuyulara atmaktayız.”
Didem Pektok