Bir gün yakın bir arkadaşımla sohbet ederken, uzak ülkelere yolumun düştüğünden ama yakın yerlerde görmediğim şehirler olduğundan bahsederken arkadaşıma “Senin doğduğun ülkeye gidelim beni gezdirirsin” dedim ve Amsterdam için program yapmaya karar verdik. İyi ki de vermişiz, birlikte ilk kez yurt dışına seyahat edecektik. İlk iş biletlerimizi almak oldu. Oteli de arkadaşım ayarladı. Hemen cep gezi rehberi alıp incelemeye program yapmaya başladık. Her şeyimiz hazırdı; nerelere gidilecek, görülecek listemizi yaptıktan sonra seyahat günümüz geldi. Tura katılmadan gezmeye gitmenin heyecanı ile güle oynaya uçağa bindik. Arkadaşımın uçak fobisi yüzünden ben eğlendim, ama onun benim kadar eğlendiğini sanmıyorum, iki de bir ne kadar kaldı diye sormasından belli oluyordu. Uçaktan inince çok mutlu oldu tabii.
Otelin önünden geçen otobüse binmek için durakta beklerken bileti nereden alacağız diye etrafa bakınırken, otobüslerin içinde bilet satıldığını duyunca pek sevindik. Otelin tam önünde indik. Fakat arkadaşım kalacağımız odada balkon isteyip de bulamayınca yakın çevreyi keşfe çıktık.
Elimizde kitabımız, şehrin krokisine bakarak yürümeye başladık. Bir sokaktan ötekine girip çıkarken kendimizi sabah sabah Kırmızı Fener Sokağı’nda bulduk. Gülmekten bir müddet kendimize gelemedik. Burası birbirine kesişen dar sokaklardan oluşan, arasından kanal geçen bir yer. Erotik shoplar, gece kulüpleri, iğneciler, satıcılar ve yankesicilerle dolu, esrar kokuları yükselen bu yerde eğlenerek gezdik. Burası Amsterdam’ın simgelerinden biriydi. En son akşam tesadüfen bulduğumuz bu yeri çok aradığımızı da söylemeden geçemeyeceğim. Zira akşam halini görmek için çektiğimiz eziyet te cabasıydı. Akşam otele döndüğümüzde epeyce yer keşfetmiştik.
Ertesi gün, odamızı değiştirdik. En üst katta balkonlu yere çıktık. Manzaramız kanalların birine karşıydı. Önümüzden vaperottalar kalkıyordu. Kanalları gezmek için buradan binip kanal gezimize başladık. Amsterdam şehrini güzel kılan kanallar ve sivri çatılı evler. Kanallardaki tekne evlerinin güzelliğine hayran kalmamak mümkün değildi. Amsterdam şehrine özgü bu mimari yapıları şehrin tarihine damga vurmuş. Her yerde karşımıza bir kafe ya da bar çıkması çok hoşumuza gitti. İkimiz de sokakları gezerken o havayı teneffüs edip kahve molası vermekten keyif alıyorduk. Şehrin en canlı meydanı olan Leidseplein’de kaldığımızdan tramvaylara binip istediğimizde yerde inebiliyorduk. Burası tramvayların kesiştiği kalabalık bir caddeydi. Gündüzleri meydanda kafelerde barlarda içki içen insanlara rastlayabilirdiniz.
Ertesi günü Dam Meydanı’nı gezerken harıl harıl çalışma vardı. Kraliçe o gün Hollanda’nın bağımsızlığının yıldönümü için oradaki özgürlük anıtına çelenk koyacaktı. Halkın rahat izlemesi için de araba geçişlerini durdurmuşlardı. Kraliçenin halkın arasından yürümesi o ülkenin uygarlığının göstergesi gelmişti bana. Bu meydan Amsterdam’ın meşhur Dam Meydanı’ydı. Çevresinde alışveriş merkezleri, marka mağazalar olduğu gibi küçük dükkânlar vardı. Meydanın en büyük özelliği II. Dünya savaşında ölen Hollandalılar için dikilen anıt ve kraliçenin sarayının bulunması. Daha sonra sarayı da gezmeyi ihmal etmedik. Kraliyet ailesi, şu an bu sarayda yaşamıyor, yalnızca turistik amaçla gezilebiliyor.
Mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri de Anne Frank’ın müzesiydi. Fakat her gün defalarca oraya uğramamıza rağmen ancak dördüncü gün, iki saat kuyrukta bekledikten sonra görebildik. Burası Yahudi Frank ailesinin İkinci Dünya Savaşı’nda sırasında ele verilene dek iki yıl boyunca saklandıkları evdi. 1957 yılında Anne Frank Stichling vakfı bu evi satın almış. Günlüğünde yazdıklarını yaşatmak için de müze yapmış. İçine girdiğinde insanın iki yıl boyunca burada yaşamış olması, duvarlarındaki yazılar ve resimleri incelemek tokat gibi geliyor. Zaten seyahatimizin tarihi Nazi işgalinden kurtuluş günü olan Bağımsızlık gününe denk geldiğinden şehrin her yerinde kutlamalar vardı. Erasmus’un doğduğu yer olan Gouda şehri arkadaşımın da doğduğu şehir olduğundan orayı gezmeye gittik. Burası çok güzel şirin küçük bir şehirdi. Meydanda Belediye Binası, kenarlarda da kafe ve restoranlar vardı. Her yerde küçük küçük dükkânlar ilgimi çektiğinden hepsine tek tek girip incelemeden geçmedik. Daha sonra Aziz John Kilisesi’ni gezdik. Meşhur Gouda peynirlerinin tadına baktık. Çok çeşitli peynirler vardı. Beğendiklerimizden aldık. Peynir sevenler için harikaydı bu dükkânlar…
Ertesi gün, otobüse binerek eski bir balıkçı kasabası olan Volendam’a doğru yola çıktık. Oradan da Edam Köyü’ne de geçtik. Hayran kaldığımı itiraf etmeliyim. Bol bol resim çektik. Sanatçıların gözden uzak inziva yeri olan Volendam, Renoir ve Picasso’nun favorisiymiş. Şahsen bizim de favori yerimiz oldu. Doğası ve yerleşimi o kadar güzel ve düzenliydi ki her karenin önünde durup resmettik. Deniz kıyısında harika restoran ve kafeler vardı. Hemen birine oturup deniz ürünlerinden oluşan yemekle manzaraya karşı dinlendik. Küçük sevimli dükkânlarından alışveriş yaptık. Buradan Edam köyüne geçtik. Burası da aynı Volendam gibi yeşil, ince kanallarıyla düzenli tuğla evleri ve bahçeleriyle mükemmeldi. Kaldığımız otelin önünden geçen tramvayla Central Station’a gidip istediğimiz yere ister tren ister otobüsle gitme imkânımız vardı. Çok sayıda pazar olduğundan gezmek çok zevkliydi. Çünkü pazarların çoğunda milyonlarca çiçek satılıyordu. En çok da çeşit çeşit renklerde laleler. Baktıkça insanın bir daha bakası geliyordu. O renkler o kadar güzeldi ki, hepsinden almak istiyordunuz. Lale soğanlarından aldım. Arkadaşlarıma hediye ettim, bakalım kimlerin ki tutmuş. Göreceğiz baharda:)
Amsterdam şehri, Avrupa’nın en çok ziyaret edilen yeri olarak anılıyor. Çünkü 18. yüzyıldaki halini hala aynı şekilde koruyor. Ayrıca bu şehirde fuhuş ve afyon, marihuana tüketiminin serbest olmasının liberal bir gelenek olduğunu söylüyorlar. Neo-gotik tarzı binaları, kanalları, kanal evleri, müzeleri, gotik kiliseleri görülmeye değer. Beş gün boyunca çoğu yerini gezdiğimiz Amsterdam ve yakın kasabalarını çok beğendim.
Elimizde harita ve rehberler her sokağına girdiğimiz keyifle dolaşıp çok eğlendiğimiz bir seyahat oldu. Seyahatte güzel yerleri görmek kadar gittiğiniz arkadaşınız da çok önemlidir. Çünkü keyfiniz ikiye katlanır. Benim için de kankamla yaptığım gezi aynen böyle oldu. Darısı sizlerin başına…
Geziyle ve sevgiyle kalın…
Sema Büyüksıvacı