Suat Derviş 1938 yılında Behçet Necatigil’e yazdığı mektubunda, İstanbul’un Bir Gecesi için, “Sesimi bulduğum roman” ifadesini kullanır. Öncesinde yazdığı romanlar da genç yaşta kaleme alınmış, edebi teknik açısından ilginç, dönem Türkiye’si için sıra dışı metinlerdir ancak Suat Derviş, edebiyatının zirvesine kırklı-ellili yıllarda yazdığı Ankara Mahpusu, Fosforlu Cevriye ve Aksaray’da Bir Perihan romanlarıyla, ayrıca seyahat yazıları ve anılarıyla ulaşır. Yine bu romanlarda sınıf sorunu, ezilen insanlar ön plandadır ama bu duyguları asla sömürmez. Sorunlar akıp giden hayatın gerçekliği içinde işlenir.
Fosforlu Cevriye bu romanlar içinde birkaç kez filme uyarlanmasının da etkisiyle en popüleri olsa da ben Ankara Mahpusu’nu hep ayrı bir yere koyarım. Suat Derviş ömrü boyunca sosyalist ve feminist çizgide, dimdik bir duruş sergilemiştir ancak kendini bu romanında ne sosyalizmin değerleriyle ne de feminizmle sınırlar. Belki şöyle söylemek daha doğru olur: Marksist felsefenin ve feminizmin izini romanda doğrudan çok az görürüz; öte yandan tüm karakterlerin, özellikle kadınların kapalı alanlar yerine hep sokakta olması, yalnızlığın ve sorunların kent kuytularında paylaşılması, paranın metaya dönüşerek kimi insanları esir alması gibi unsurlarla, andığımız kavramların slogana dönüşmeden romana nasıl yedirileceğinin, gerçek hayatla kurgunun nasıl özdeşleşeceğinin harika bir örneğidir Ankara Mahpusu.
Roman, işlediği cinayet nedeniyle cezasını Ankara’da çeken Vasfi’nin cezaevinden çıkıp İstanbul’a dönüşüyle başlar. Bir yandan Vasfi’nin yeniden döndüğü hayattaki şaşkınlığını okurken, öte yandan ufak ufak cinayet sebebini anlarız. Vasfi, âşık olduğu Zeynep hakkındaki dedikodulara dayanamamış, katil olmuştur. Mahpusluğunun ardından İstanbul’a dönüşünde Zeynep’i çok merak etmektedir ama bilindik bir arayış içine de girmez. Sokaklarda avare gezinirken türlü çeşit insanla karşılaşır ve sonunda Zeynep’i sesinden, gülüşünden tanır ama bildiği Zeynep gitmiş, yerine paraya tamah eden, hoyrat birisi gelmiştir. Uğruna bir insan öldürülen Zeynep artık yoktur. Başka birine, kabzımal Zeynep Altınelma’ya dönüşmüştür.
İşte Ankara Mahpusu’nu özel bir yere koyan unsur burada görülür. Vasfi, dönemin romanlarındaki baskın ve etkin erkek karakterlerle kıyaslandığında bambaşka bir portre çizer. Yine dönem romanlarındaki mazlum ve aciz kadın karakterlere kıyasla Zeynep çok farklıdır. Zeynep güzel gülebilen kadınken, para yani erkle ilişkisi sonrası olumlu niteliklerinden uzaklaşmıştır. Dolayısıyla Suat Derviş romanları feminist okumaya çok uygun metinlerdir ama bambaşka bir açıdan: Suat Derviş’in kadın karakterleri, yazarın bütün muhalif kimliğine rağmen bayraktar tipler değildir. Feminist eleştirinin sadece roller üzerinden yapılamayacağını gösterir, ki bu nedenle alternatif ve doğru bir söylemden söz edebiliriz.
Yaşanan (veya yaşanamayan) aşkta gerçek ve yalan birbirlerinin içinden doğar. Roman aşk ezberini de bozar. Suat Derviş’in erkeği özne, kadını öteki şeklinde tanımlayan yapıyla sorunu vardır. Öte yanda bu romanda Zeynep özne hâline gelmiştir ama içinde özne olduğu cümle sevimsizdir. Yani sorun cinsiyetimizde değil, iktidarla ilişkimizdedir.
Ankara Mahpusu’nu sıradışı kılan bir başka unsur da toplumcu gerçekçi anlatıda kapladığı yerdir. Dönem romanlarının milli çizgisinden de, köylüyü yücelten halkçı çizgideki toplumcu gerçekçilikten de ayrıdır. Toplumcu gerçekçidir ama insanlara iyi kötü roller yükleyen ezberden tamamen uzaktır ve okuru, toplumsal değişimin bireysel duygulardan hareketle gerçekleşeceğinin farkına vardırır. Diğer toplumcu gerçekçi romanlarda kahraman kültü hep korunurken, iyi-kötü sınırları net belliyken, Suat Derviş’te ne kahraman ne anti-kahraman (mesela “Aylak Adam” Bay C. gibi) vardır.
Bu bağlamda asıl sorunlardan birisi de erkeği (yani Vasfi’yi) ezen toplumsal ve ahlaki yükümlülüktür! Vasfi’nin direnme anları vardır ama sonuç alamamasının sebebi de kendisi, edilgen kişiliğidir. Arazlarından birisi bilimsellikten (tıp öğrencisi) aşkın sezgisel ve karmaşık dünyasına meyletmesidir. Bu durum onu, günü geldiğinde dedikodular nedeniyle katil olması sürecine kadar götürür. Dolayısıyla Vasfi’yi aklın yenilgisini yaşayan kentli Mecnun olarak görebiliriz. Çünkü Vasfi’nin özgürlük tanımında arıza var.
Vasfi, duvarını aşmaya çalışan ama sadece içeride –hapishanede– değil, dışarıda da duvarlarla çevrili karakterdir. İzini sürdüğü veya izinde olduğu farklı kadınların Vasfi üzerinde etkisi onu şekillendirmektedir.
Ayrıca baskın Zeynep’i hep Vasfi’den dinleriz! Zeynep’i eril düzene çeken şey (hem Şakir Efendi’de hem sonraki iş hayatında) paradır. Para Zeynep’i satın alır, bir ihtiyara güç verir, para hırsı Nuri’yi özünden uzaklaştırıp dedikoduya, en nihayet ölümüne sürükler. Zeynep mirasyedi olmakla birlikte dedikoduların da merkezidir. Onu mirasyedi (güçlü!) olmaya iten şeylerden biri de budur. Bunu ıskalarsak Zeynep’i anlayamayız.
Romanın çatışma unsuru olan iki başkişisi içinde Zeynep ne kadar bir role girmeyecek kadar esnekse, Vasfi o kadar donuk ve edilgendir.
Bu arada romanın yazıldığı dönemdeki ağır antikomünist baskı nedeniyle örtük ifadeler kullanılır. Yine de karakter derinliği modernizmin sınırlarında dolanır. Modern anlatılarda olması gerektiğince, doldurulması gereken boşluklar vardır.
Eserin yazıldığı dönemin edebi sınırları da bellidir. Suat Derviş, romanı bu sınırların ötesine taşıyan, en azından sınırları zorlayan yazardır. Latife Tekin’in romanı köyden kente taşıması gibi, Derviş de eylemi kapalı alanlardan sokağa taşır.
Burada romanın yan karakterlerine, özellikle de kentin kadınlarına bir paragraf açmak gerekir çünkü bunlar başkişilere ve topluma ayna tutan karakterlerdir! Yine bu nedenle toplumsal rollerin kalıbını yıkarlar!
Sirkeci garındaki küfürbaz genç alkolik kadın; sabahçı kahvesinde “Sultan Hanım” diye hitap edilen sarhoş, melankolik kadın; iskeledeki yeşil mantolu kadın ve benzerleri öncelikle mazbut hayat kalıbının dışındadırlar. Vasfi bu insanları “insan çamuru” diye küçümseyerek niteler. Ama çamur aslında özdür. Bu kişileri başta küçümseyen Vasfi de sonunda Paşa Hazretleri olacaktır.
Öte yandan Kadıköy iskelesindeki “Siyah Bereli Kadın”ı, Vasfi’nin hayal dünyasında yarattığı iç ses niyetine okuyabiliriz! Sesi Vasfi’ye annesinin sesini hatırlatmaktadır. Vasfi’yi uyandırıp saati sorduğu an, romanın kilit noktalarındandır. Çünkü esasen kadının beklediği hiç kimse yoktur.
Tüm bu insanların, özellikle kadınların hep sokakta olması romanda mekân kullanımı açısından çok önemli bir seçimdir. İç ve dış mekânlar arasında müthiş bir geçirgenlik vardır. Bu yolla mekân saydamlaşır!
Yoksullar kentin çeperinde değil, tam göbeğindedir. Köprü altında, Büyük Postanede, meydanlarda. Geçip gittiğimiz iskelelerde, sabahçı kahvelerinde, bekleme salonlarındadırlar. Sabahçı kahvesi romantik üslupla sunulmaz. Çay doğal olarak paralıdır. Ama buralara dair anlatım estetik kaygıyı körükler!
Büyük Postanede iki yoksul ihtiyarın diyaloğundan neden bu hâle düştüklerini dinleriz. Bu sahne Marksist kuramla okunduğunda, alta düşenin telef olduğunu fark ederiz. Sorun bireylerde değil düzendedir!
Velhasıl eril, nobran ve acımasız olan sokaktır; ne var ki sokak bu hâliyle kaçılacak mekân değil, dönüştürülecek mekândır. Kadınlar sokakta bir görünüp yok olmazlar. Sokaktaki varlıklarının devam edeceği (ve devam etmesinin gerekliliği) aşikârdır. Erkeklerin kamusal alandaki varlığı daralmışken (onları mahalle ya da hapiste görürüz), kadınlar –özellikle düşkün nitelikli, ağır bedel ödemiş kadınlar– bolca sokaktadır. Açlık ve barınak olmaktan yoksun sokaklar kaosun mekânıdır. Bu hâliyle dışarısı, içeriden pek farklı değildir. İçeri/dışarı ve merkez/kenar, birbirlerinin alternatifi değildir. Bu geçişken yapı edebi anlamda yazara ve okura olanak sunmaktadır.
Romanın adında Ankara’nın geçmesini de ilginç bulurum. Olayların hemen hepsi İstanbul’da geçerken, mahpus kelimesiyle Ankara’nın bir arada anılmasının tesadüf olduğunu sanmıyorum. Bunu biraz, Ege kasabasında geçen Anayurt Oteli romanındaki en önemli karakterlerden birinin, eylem içinde çok az gördüğümüz “Gecikmeli Ankara Treniyle Gelen Kadın” olmasına benzetirim.
Yine hapishane de önemli bir mekândır. Vasfi hapisteyken bazen isyan eder ama sonra bir tevekkül duygusuna kapılır. Mevcut düzende hapis cezası, eril erkin devamını sağlar!
Sonuç olarak Ankara Mahpusu, ezber mutluluk ve özgürlük kavramlarının altını deşer. Çünkü insana, insanlık onurunu kaybetmeden gereken şeyler verilmediği takdirde özgürlükten bahsedemeyiz. Dolayısıyla bireyselliğin panzehri ezber toplum düzeni değil, dayanışma içinde insanlardır! Ve insanın sergileyeceği en önemli eylem, çalışmak ve üretmektir.
Böyle bir konu Suat Derviş’e kadar, basit bir aşk romanı veya toplumcu gerçekçi kalıpla yazılmış bir roman olabilirdi. Oysa biz hem yapısı hem de önermesi bambaşka bir roman okuruz. İşte bu Ankara Mahpusu’nu Türk edebiyatında çok özel bir yere koyar.[1]
Fuat Sevimay
[1] Makalede Yonca Güneş Yücel’in konu hakkındaki yazısından alıntılar kullanılmıştır.