Aşkı tanımlayabilen bir şair, bir sanatçı çıkmadı şimdiye kadar. Ben de aşkı tanımlama çabalarına girmeyeceğim. Aşk, sevecenlik, şefkat, bağlanma, cinsellik ya da birine sempati duymak değildir. Tıpkı yaşam ve ruh kavramları gibidir aşk kavramı da. İyi bilindiği düşünülen ama tanımlanamayan, bu nedenle de olduğu gibi kabul edilmesi gereken bir kavramdır.
Amerikalı filozof Jacob Needleman insanın tamamlanmamış olarak doğduğunu ve hayattaki bütün savaşının kendini tamamlamak üzerine olduğunu söyler. Needleman aşk arayışını, tıpkı sufizmde olduğu gibi bir bütüne varma uğraşısı olarak görür. Platon’un Şölen adlı eserinde Freud’un da sıklıkla atıfta bulunduğu bir hikaye vardır. Sokrates bir gün arkadaşlarını etrafında toplar, bir yandan yiyip içerken bir yandan da onlara aşkın ne olduğunu sorar. Bunun yanıtı Aristofanes’ten gelir. Aristofanes’e göre üç çift varmış: “Erkek-kadın, erkek-erkek, kadın-kadın.” Bu ikiz gibi birbirine benzer olan çift bütün gün birlikte dolaşıp durur ve hiç yalnızlık çekmezmiş. Bir gün öyle yanlış bir şey yapmışlar ki Zeus onları ikiye ayırıp cezalandırmış ve bu olaydan sonraki yaşamlarını diğer yarılarını arayarak geçirmişler. Bundan dolayı Aristofanes, ”Günümüz insanı da hayatı boyunca kendini bütünleyecek diğer insanın arayışı içindedir çünkü insan en temelde bir değil, iki kişidir” der.
Nobel edebiyat ödüllü Amerikalı yazar Toni Morrison Sevilen adlı eserinde aşkı, ‘kaderin belirlediği bir karşılaşma’ olarak anlatır. Arap filozof ve şair İbni Hazm Güvercin Gerdanlığı adlı eserinde aşkın işaretlerini şöyle anlatır:
“Aşkın zeki ve kurnaz insanların keşfedebileceği işaretleri vardır: Bunlardan en başta geleni aşığın durmadan sevdiği kişiye bakmasıdır. Göz, ruhun kapısıdır. Bir başka işareti ise sevilenin seven kişi tarafından pür dikkat dinlenmesidir. Anlattıkları sıradan bile olsa şaşırılmamasıdır. Sözleri yalan bile olsa onaylanmasıdır.”
Birçok yetişkin danışan farklı sorunlarıyla ilgili terapiye başvursalar da aslında büyük çoğunluğunun ilişkilerinde sorunlar yaşadığı gözlemlenmektedir. Mutlu, nitelikli ve huzurlu bir birliktelik ya da evlilik ruhsal sorunlarla başa çıkmada önemli bir araçtır. Bir insanın birey olarak kendini geliştirebildiği, olgunlaşabildiği en önemli alanı ilişkileridir. İnsan ancak diğeri aracılığıyla birey olabilir. Bireyin çevresiyle olan ilişkilerini anlamadan yalnızca onun ruhsal dünyasıyla ilgilenen psikoterapi ekolleri bile kişilerin ilişkilerine ve içselleştirdiği nesne ilişkilerine odaklanırlar. Öteki yoksa çekilecek herhangi bir sınır da yoktur. Aşk ilişkisi bu sınırın nerede çizilip, nerede kaldırıldığını gösteren, insanı anlayabileceğimiz en gerilimli alandır. Kişiler arası sınırın nerede çekilmesi gerektiğini, aşkın gerilimini anlatan hepimizin çok iyi bildiği bir hikaye vardır:
“Çok soğuk bir havada, karlar içindeki iki kirpi donmamak için birbirlerine sokulurlar. Isınmaya başladıkları an dikenlerin canlarını ne kadar çok yaktığını fark ederler. Birbirlerinden uzaklaşırlar. Canlarının acısı sona erer. Çok kısa bir süre sonra üşümeye başlayan kirpiler tekrar birbirlerine sokulmaya başlarlar. Isınınca canlarının acısını fark eden kirpiler yeniden birbirlerinden uzaklaşırlar. Bu böyle sürüp gider, ta ki üşümelerinin ve canlarının yanmasının en az katlanılır olduğu mesafeyi bulana kadar.”
İnsan hayatında çok önemli yeri olan ilişkiler hakkında Alman filozof Ludwig Feuerbach “ben-sen-biz” adını verdiği bir teori öne sürer. Feuerbach, insanın kendi bilincine bir başka insanla varabileceğini söyler. Filozof Martin Buber ise bu durumu “Ben, sende meydana gelir” diye açıklar. Ben ve sen sürekli hareket halindedir. Buber, asıl gerçekliğin ben ile en arasında yattığını söyler. Ona göre, “Ben ve Sen”in odak noktası, kendini daha iyi algılayabilmek ve gerçekleştirebilmek için “ben” ya da “sen” değildir. Asıl odak noktası her ikisinin birlikte meydana getirdikleri alandır. O aradır yani: “Ben sende oluyorum, seni konuşarak ben oluyorum.” Yani Buber, “Bütün gerçek yaşam o karşılaşmadır“ der.
Bireyin ruhsal gücünün ortaya çıkabilmesi, belirli bir yapıya kavuşması, güçlenmesi ve sınırlarını belirlemesini sağlayan şey kişiler arasındaki gerilim alanlarıdır. İnsan, çevresinden kopuk bir birey olarak kendini keşfedemez. Ötekilerden bağımsız olarak kendini bulamaz. Kendini hissetmesini, kim olduğunu anlamasını sağlayan şey çevresindekilerle olan karşılaşmalarıdır. İlişkiler bir bireyin ruhsal olarak ayakta kalabilmesi için gereklidir. Tıpkı besin, hava, su gibi. İlişkilerin dışında kalmış bir ruhun ise gelişmesi mümkün değildir. Bu yüzden de ilişkilerin bireyin gelişimini arttırıcı etkisini en net olarak aşk ilişkisinde görürüz. Aşk ilişkisinde hiç farkında olmadan aklımızdan geçen şudur: “Benim istediğim gelişimi bana mümkün kılacak insan bu işte. Bu kişi yalnızca beni sevdiği için değil, aynı zamanda ben de onun gelişimine katkıda bulunabileceğim için. Onunla birlikte olduğum, aynı evi paylaştığım zaman şimdiye kadar bende gizli kalmış birçok arzumu, isteğimi artık hayata geçirebilirim. Aynı umut öteki için de geçerlidir: Ben yalnızca ben onun kendini geliştirmesine yardımcı olabilirim ve onu bugüne kadar hiç kimsenin anlayamadığı kadar anlarım.”
İnsan ruhunu doğrudan gözlemleyemeyiz ancak ruhun bıraktığı etkileri anlayabiliriz. Etkileri anlamanın en önemli aracı dildir. İnsan kendini bir diğerine dil aracılığıyla gösterir ve tanıtır. Dil, bireyin kendisine ait olan bir şey değildir. Bireyin diğeri ile karşılaşmasının ürünüdür.
Aşk dolu günlere…
Nermin Sarıbaş