Kırk yıl düşünsem, bir gün cami avlusunda hacı yağı satacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Şu hayatta insanın başına, daha önce zihninden bile geçirmediği o kadar farklı işler gelebiliyor ki, benimki de onlardan biri işte. Yaşam, tam doksana çakarak kaleme öyle bir gol attı ki değil ben, çok şeyler görmüş geçirmiş bir insan bile bu topu çıkaramazdı. Geçmişte dilinden Karl Marx’ın sözlerini, elinden Das Kapital’i düşürmeyen bendeniz, şimdi bu avluda parmağımda gümüş yüzük, başımda takke ve sakalım çember, dört başı mamur bir mümin görünümündeyim. Aslında hacı yağı kokusundan nefret ederim ama burada onları satmaktan da vazgeçemiyorum. Biliyorum, “Bu adam acaba neden böyle?” sorusu yavaşça dolaşmaya başladı kafanızda ama cevabı bende o kadar derinlerde bir yerde ki…
Önce aklınızda bir dağ gibi adam profili çizin. Sonrasında ise bu koca bedeni gayet uysal bir mizaçla buluşturun. Bir de bunun üzerine nurlu yüzle davudi sesi de eklediniz mi tamamdır; işte karşınızda babam Hacı Mustafa. Bizim pederin hacılığı da mahallelinin yakıştırmasından, yoksa nerede onda hacca gidecek para. Boyuna posuna baktığınızda zannedersiniz ki bu adam yeri göğü inletir, ekmeğini taştan çıkarır ama nerede. O anca cami avlusunda hacı yağı satan bir garip insan. Babam denilecek adam böyle olunca tahmin edersiniz ki bizim evde fakirlik diz boyu. İnsan, bulunduğu duruma bari bir gün olsun isyan eder değil mi? Yok arkadaş adamın ağzından çıkan anca şükür ve dua. Annem deseniz zaten ağzı var dili yok, tek bildiği ev hanımlığı olan dört evlada sahip bir kadın.
Evdeki tevekkül dolu ortamı bozarak, pedere karşı ilk isyan bayrağını -lise yıllarında- ben çektim. Gerçi “ilk” diyorum ama o sözün gelişi, pek muhterem kardeşlerimin hiçbiri benden sonra babama karşı gelmedi. Benim biraderler, kuzu kuzu onun yolundan gidip bir baltaya sap olmayı becerdiler. Ben ne mi oldum? Ben…
Neyse, en iyisi anlatmaya devam edeyim. Çocukluktan itibaren içimde biriktirmeye başladığım yaşama olan kıt kanaat tepki, ergenlikle birlikte zirve noktasına ulaştı. Asiliğimin ilk nirengi noktası belki fakirlikti ama sonra özellikle lise döneminde okuduğum kitaplarla birlikte yönü onun inancına doğru kaydı. Babamın kutsal gördüğü ne varsa onlara hunharca saldırıyordum. Çünkü yaşadığımız yoksul hayatın temel kaynağı onun inancıydı, artık bundan gayet emindim. Fakat yaptığım tüm hücumlar babamın sanki hiçbir şey olmamış gibi metanetle karşılaması yüzünden boşa çıkıyordu. Onun bu tavrını gördükçe dozajı her seferinde biraz daha artırıyordum ama değişen hiçbir şey olmuyordu. Bu durumda başkalarının babaları olsa, oğluna bağırır çağırır, döver söver, bir şekilde tepki gösterirdi. Benimkisi ise bana ne bir fiske vuruyor ne de sesini yükseltiyordu. Yüzüne karşı “Bir kalk şu yerinden silkin be adam,” demek geçiyordu ama açıkçası bunu söyleyesim de gelmiyordu. Biliyordum ki ne yaparsam yapayım o, hayata bakışını bir parça dahi olsun değiştirmeyecekti. Hani böyle gelmiş böyle gider derler ya eskiler, bizim peder de onlardan biriydi.
Lisede derslerim hiç de fena sayılmazdı. Evdekilere duyduğum isyan hali de sınavda başarılı olabilme isteğimi perçinliyordu. Tek amacım, büyük şehirlerde yer alan bir üniversiteyi kazanmaktı. Bunu da girdiğim ilk sınavda yeterli puanı alarak başardım. İsmi, sahili ve güzel kızlarıyla anılan koca şehrin güzide bir üniversitesine girmiştim sonunda. Açıkçası, kazandığım bölümle zerre kadar ilgilenmiyordum. Mezun olduğunda hangi mesleği yapacağını bilemediğin fakültelerden birine girmiştim. Bu okulları bitirenler ya tırmalaya tırmalaya bir yere gelirler ya da ömür boyu sistemin beyaz yakalı kölesi olarak kalırlar. Benim hayallerim ise bu “bir baltanın sapı” olma hikâyelerinden bambaşkaydı. Kendince ney üfleyen babamın genlerinden mi geliyordu bilemiyorum ama lise yıllarımdan beri sanatın birçok türüne karşı ilgim vardı. Özellikle müziğe olan yeteneğimin, beni bir gün ünlü yapacağını düşünüyordum. Daha üniversitenin ilk yılından okulun müzik kulüplerinde aktif rol almaya başlamış ve amatör gruplarla da sahneye çıkmıştım. Bu hareketli hayat beraberinde bana, hem okulda şöhret kazandırmış hem de çoğunluğu güzel kızlardan oluşan bir ortamı sağlamıştı. İkinci yıldan itibaren babamdan maddi destek almayı da kesmiştim. Bu hareketim, zaten zayıflamış olan aile bağlarımın daha da kötüleşmesine sebep oldu. Artık onlarla ancak kırk yılda bir telefonla görüşür hale gelmiştim.
Müzik gruplarında solist olarak yer alıyor, kendimce bohem bir hayatın içerinde yaşıyordum. Etrafımda kızlar ve boş beleş arkadaşlarla “hayat güzel dünya güzel” kafasında takılarak bir bir geçiyordu günlerim. Sonra zaman geldi, üniversite yıllarım bir yıl gecikmeli de olsa bitti. Üzerinden askerlik gelip geçti ve benim şöhret olma hayallerim de giderek tükendi. Baktım şarkıcılıkla olmuyor, söz yazarlığı yapıp üç beş besteyle yolumu bulayım dedim ama ondan da pek bir şey çıkmadı. Vaktinde ortamların yıldızıyken şimdi yavaş yavaş ışığımı kaybediyordum. Zaman süratle geçiyor ve etrafımdakiler de beni bir bir terk ediyordu. Bu koca şehre geldiğimden beri hep kalabalıklar içinde bulunan ve her daim yer aldığı grubun doğal lideri olan ben, ilk defa yalnızlığı tadıyordum.
Zenginlik hayallerim rafa kalkınca, ben de direksiyonu tam tersi yöne kırıp solcu grupların içine girdim. Önce garipsediler ama daha sonraları özellikle babamın “hacı” olduğunu da öğrenince sahiplendiler beni. Bir anda, hacı babanın sonradan doğru yolu bulan komünist oğlu olmuştum. Yalnızlık duygum böylece sonlanmış ve yeniden bir grubun lideri haline gelmiştim. Dilimden Karl Marx’ın sözleri, elimden ise Das Kapital eksik olmuyordu. Eylemlere katılıyor, bildiri dağıtıyor ve dergi için makaleler kaleme alıyordum. Fakat ne yaparsam yapayım kendimi bu gruba ait hissetmiyordum. Ben zaten her şeyi görünürde yapan biri değil miydim, burada yaptıklarım da böyleydi.
Zaman kendi içinde kovalamaca oynamış ve ben otuz yaşımı bulmuştum. Yaşamın içinde dalından kopmuş bir yaprakmışçasına sürüklenen beni rüzgâr yine savurmuştu istediği yere. Bir öğle vakti cep telefonum çaldı; arayan kardeşlerimin en büyüğüydü. Telefonda, “Babamızı bu sabah kaybettik,” dedi. O an yere mıhlanıp kaldığımı hatırlıyorum. Öyle bir donmuştum ki gözlerimden yaş bile dökülmedi. Akşam bulduğum ilk otobüsle memlekete gittim. Babamın yüzünü on yıldır görmemiştim. Bunca zaman sonra onu toprağa verirken görecektim. Eve ulaştıktan sonra, annemin ağlayışları, kardeşlerimin bir yandan üzüntülü halleri diğer yandan ise beni kınayan bakışları… Bana ölüm haberini veren kardeşim, babamın vefatını da –tıpkı ona benzer şekilde- büyük bir metanetle anlattı. O, birkaç gündür göğsünde bir ağrı olduğunu söylüyormuş ama bunu ne annem ne de kendisi dikkate almış. Sabah namazını her zaman olduğu gibi camide kılmış, sonra hacı yağlarını sattığı tezgâhın başına geçmiş ve bir anda küt diye yere düşüp son nefesini vermiş. Kim düşünürdü ki hayatında bir kez olsun doktora dahi gitmeyen dağ gibi adamın aniden ölebileceğini? Bu beklenmedik ölüm, en çok anneme üzüntü vermişti ama aslında hasarın en büyüğü bendeydi. Babamı tam on yıldır görmememin içimde yarattığı vicdan azabı o kadar büyüktü ki… Bunu istesem de sizlere tarif edemem.
Ölüm haberini ilk aldığımda ağlayamamıştım ama evde onun hacı yağı tezgâhını görmemle birlikte gözlerimden yaşlar sağanak yağmurcasına indi. Öyle bir ağlıyordum ki beni ne annem ne de kardeşlerim teskin edemiyordu. Dakikalar geçti, gözyaşlarım durdu ve yerini içimde tarifi anlatılmaz bir acıya bıraktı. Sonra zaman sabahı gösterdi ve ona son görevimi yapacak olmamın kederiyle beni buluşturdu. Cami avlusu babamı sevenlerle dolmuştu. Çocukluğumdan beri ilk defa abdest aldım ve öğlen namazını kılmak için camiye adımımı attım. Uzun saçlarım, karman çorman sakallarım ve kulağımdaki küpeyle cemaat arasında alışılmamış bir görünüme sahiptim. Cenaze sahibi olduğumdan muhtemelen kimse bir şey diyemiyordu ama bakışlarındaki kınayışı da rahatlıkla görebiliyordum. Namaz bittikten sonra hep birlikte babamın başında saf tuttuk. Cenaze namazını kıldıktan sonra da dualar eşliğinde mezarlığa gittik. İçimdeki yoğun acıyla ona son görevimi yerine getirdim ve hayatım bambaşka bir yere doğru savruldu.
Yaşamımda ilk defa hakiki bir şey yapmaya karar verdim; babamın yerini ben alacaktım. İnsanlar akın akın evimize taziyeye geldiler. Helvalar yenilip dualar edildi, ağlamaktan gözlerimiz kurudu. Birkaç gün geçti kardeşlerim mecburen kendi hayatlarına geri döndüler. Evimizde yalnızca ben ve annem kaldık. Yaşadığım üzüntü ve şoku bir nebze atlattıktan sonra önce berbere gittim; uzun saçlarımı üç numara kestirip yüzüme çember sakal kondurttum. Sonrasında eve gidip annemin şaşkın ve sevinçli bakışları altında babamın takkesini başıma, yüzüğünü ise parmağıma geçirdim. O kılıkla öğle namazı saatini bekledim. Vakit yaklaştığında onun hacı yağı tezgâhını elime alıp sokağa çıktım. Caminin avlusunda beni gören babamın arkadaşları gözlerine inanamıyorlardı. Hacı Mustafa’nın “dinsiz imansız” oğlu, kılık kıyafetini değiştirmiş ve elinde hacı yağı tezgâhıyla camiye gelmişti.
Yaklaşık üç aydır bu cami avlusunda aslında kokusundan hiç hazzetmediğim hacı yağlarını satıyorum. Yaşamın içerisinde, dalından kopmuş bir yaprak gibi savrulan ben, ne ilginçtir ki en sonunda babamın ekmek parasını kazandığı yerde durdum. Üç aydır her gün, gençliğimde ona söylediğim kötü sözler aklıma geliyor. Bugün şu avluda, babama ne kadar haksızlık yaptığımı o kadar iyi anlıyorum ki… O, kendi sınırlarının içinde kalıp haddini bilerek, huzur içinde ömrünü tüketmişti. Bense modern zamanın dönme dolabına girip içinde kaybolmuştum. Ve şu an onun yanımda olmasını o kadar çok isterdim ki…
Turhan Yıldırım