Avrupa haritasına baktığınızda, hani dokunsanız, Atlas Okyanusu’yla bütünleşecekmiş ama aynı zamanda İspanya’dan koparsa da, çok yalnız kalacakmış gibi bir görüntü sergiler: Portekiz. Gerçekten de, her bir köşesi tarih, sanat, aşk ve kültürle dolu olan bu ülke, aynı zamanda farklı şehirleriyle de, okyanusun cömert güzelliğini sunar bize…
Portekiz’e ayak bastığımda, Lizbon’un yağmurlu havası karşılıyor beni. Hafif hüzün çarpıyor gözüme iner inmez. Dokunsam ağlayacakmış gibi duran havası, buruk bir tat veren ve her zerresi tarih kokan sokakları. O meşhur tramvaylarıyla Lizbon, öylesine yalnız ve romantik bir şehir olarak duruyor ki önümde, fazla rahatsızlık vermeden giderim ben, diyorum.
Naif ve Kırılgan Bir Şehir: Leira
İlk durağım, bir hafta yanında kalacağım arkadaşımın diyarı Leiria.
Leiria, Lizbon’a iki saatlik uzaklıkta bir bölge. Lizbon’a oranla çok daha küçük ve daha az kalabalık. Leiria, şehre tüm heybetiyle tepeden bakan kalesiyle ünlü. Arkadaşımla buluşuyoruz ve başlıyoruz Portekiz’deki ilk izlenimlerim hakkında konuşmaya. Diyorum ki, “Portekiz haritada bile öylesine yalnız bir ülke olarak duruyor ki… Sanki dokunsam, İspanya’dan Atlas Okyanusu’na düşüverecekmiş gibi…” Arkadaşım gülüyor hafifçe. “Haklısın” diyor, “Biz hüznüyle ünlü insanlarızdır.” Fado, bu topraklarda doğdu. Bir haftanın sonunda, bunu daha iyi anlıyorum. Coğrafyası alabildiğince naif ve kırılgan. Atlas Okyanusu sadece yağmuru ve rüzgarı değil, hüznü de taşıyor karşı kıyılardan. Leiria’da bir haftam geçiyor müzikle ve tarihle dolu.
Portekiz denildiğinde aklınıza önce tarih ve sanat gelmeli mutlaka. Köşe başlarında sergi açılışı, müze ve tiyatro broşürleri dağıtan insanlarla dolu sokaklar. Her gün, her akşam bir aktivite mevcut sokaklarda. Bizdeki gibi sanat öyle toplumun belli bir kesimindeki insanların uğraşı değil. Yediden yetmişe herkeste bir heyecan oluşuyor bir sergi açıldığında ya da kültür gezilerine gidildiğinde. Portekiz ile ilgili ikinci izlenimim de bu oldu.
Viana do Castelo…
Günlerden Cumartesi. İstikamet, Portekiz’in kuzey güzelliklerinden biri olan Viana do Castelo şehri. Diğerleriyle birlikte otobüse atlıyorum ve korkutucu bir şekilde yağan bir saatlik yağmurun ardından Viana do Castelo şehrine varıyoruz. Başta pek ısınamıyorum şehre. Ama sonra…
Bir yere gezme amacıyla gidiyorsam eğer mutlaka ya yalnız ya da sevdiğim insanlarla birlikte olmalıyım. Tur gezileri kesinlikle bana göre değil. Bir turist rehberi eşliğinde yaptığımız Viana do Castelo gezisi bunu kanıtlıyor. Bir yandan şehrin büyüsüne kapılıp dalmışken, diğer yandan habire konuşan yaşlı rehberin sesini duyuyorum.: ‘Evet arkadaşlar, bu da bilmem nenin gelininin evinin vesairesi’ sözlerine gülmeden edemiyorum. Buralarda her şey tarih demek. Türkiye’de olsak diyorum içimden, “Hadi oradan be kadın!” derlerdi sana. Turist rehberi sanki sesimi duymuş da alınmış gibi geziyi mimari açıdan mükemmel bir tasarıma sahip olan kasaba kütüphanesinde noktalıyor.
Şehrin o kuzeye özgü terk edilmiş ve esrarengiz havası beni kendine çekiyor ve Türk çayına duyduğum o anki özlemle uzaklara dalıyorum. Gören bilen de, meditasyon yapıyorum sanacak… Yok, ne münasebet. Çayın hayalini kuruyorum, Kibritçi Kız’ın Türk versiyonu olarak. Tepedeki eski kilise bana davetkar gözlerle bakıyor. Ah ne güzel olurdu şimdi oraya tırmanıp yeşilliklerin arasında kaybolmak, yitip gitmek, diyorum. Dememle kalıyor tabii. Bizi oralara götüren olmuyor; aksine herkes okyanusta yüzme derdinde… Bense, eskilerin içinde yeni olmanın egosunu mu taşıyorum nedir, her şehrin tarihi dokusunu seviyorum.
Tüm o eski sokaklar, kiliseler ve heykeller gözümün önünde canlanıyor. Her şehrin bir müziği vardır benim nezdimde. Viana do Castelo’ya Fado yakışık alır diyorum ve Mariza’dan nameler mırıldanıyorum kendi kendime. Toplaşıyoruz yine ve hocalarımız eşliğinde asker edasıyla yürüyor ve iki katlı bir otobüsün içine tıkılıyoruz. Biraz kırgın biniyorum otobüse; istediğim yerleri keşfedemedim henüz. Beni rahat bıraksalar, doğaya salsalar mutlu bir keçi olurdum, diyorum kendi kendime. İçeri tıkılınca kendimi kuzu gibi hissediyorum.
İçimden isyan ederken yüzüme koca bir gülümseme yapıştırıyor ve farklı aksanlardaki İngilizceleri dinliyorum. Diller hepimizin aynaları oluyor. Yol boyunca ağaçlar arasında ilerliyoruz. Her yer yemyeşil ve ortalıkta insan yaşadığına dair bir emare bile yok. Küçük bir tatil köyüne getiriyorlar bizi. Okyanus alabildiğine kızgın ve gri karşımızda sere serpe. Bikini, mayo furyasının içinde kayboluyorum ve kaçarcasına bu kaostan, Ekvatorlu arkadaşımla kıyı boyu midye avına çıkıyorum.
Aklım şehir merkezinde, kalbim çooook uzaklardayken ben hala deniz kabuğu bahanesiyle Atlas’ın doğu kıyılarında salınıyorum. Bir şişe arıyorum aslında, delilik peşindeyim. Gözler uzaklara dalıyor, susuyoruz. İçimize sindiriyoruz okyanusun o kendine has kokusunu. Birden fırtına kopuyor ama korkmuyoruz. O kadar güzel kızıyor ki okyanus bize, herkes bir anda saygı duruşuna geçip çıkıyor kumsala. Otobüse tekrar tıkıştırılıyoruz ve Braga’ya doğru yola çıkıyoruz. Viana do Castelo’dan geçerken hafifçe göz kırpıyorum şehre ve fısıldıyorum gizlice: ‘Yine geleceğim seni görmeye!’ Viana do Castelo, hayal dünyasına dalıp içinde boğulmak ama bir yandan da yüzüp sörf yapmak isteyenler için ideal bir cennet. Biraz unutulmuş ve diğer Portekiz mekanlarıyla karşılaştırıldığında vasat olsa da (Faro, Porto) ben çok beğendim.
Açık Hava Müzesi Braga
Okuduğum yer Braga ki, kendisi Portekiz’in din merkezi olarak bilinir. Braga Portekiz’in en büyük şehirlerinden biri ve Kuzeydeki Minho bölgesinin de başkenti niteliğinde. Şehir birçok tarihi kiliseyi, müzeyi, Portekiz’in en güzel tiyatrolarından Theatro Circo’yu, Bom Jesus ve Sameiro gibi şehri çevreleyen tepelere kurulmuş iki muhteşem tapınağı barındırıyor. Braga ayrıca European 2012 Youth Capital ödülünü aldı ve önümüzdeki sene birçok gösterilere ev sahipliği yapacak.
Yeşillikler içinde harika bir şehir Braga. Şehir merkezinin kendisi, müze niteliğinde zaten. Her yer tarihin izleriyle dolu ve Portekizlilerin zamanında yaptıkları maceraların ve keşiflerin izleriyle. Şehir oldukça genç ve dinamik. Eski Portekiz kolonileri olan Cape Verde, Mozambik, Çin Macau Bölgesi ve Doğu Timor’dan gelen göçmenler şehrin nüfusunu arttırdı, diyor Bragalılar. Bunu bazen samimi bir şekilde, bazen de yakınır bir biçimde dediklerini seziyorsunuz. Göçmen mahalleleri şehrin dışında bulunuyor. İçlerinden birkaçının adı birtakım suçlara karışmış olsa da, genelde sakin ve kendi hallerinde insanlar.
Harikalar Diyarı Porto
Porto’ya gitmeden Portekiz’deydim denmez. Ben de hemen bizim turla Porto gezisine gidiyorum. Kendisi Braga’ya sadece 45 dakika mesafede. Porto bilindiği üzere, futbol takımı ve şarabıyla ünlü bir harikalar diyarı. Şehre girer girmez içimden ılık bir his yükseliyor ve kalbim küt küt atmaya başlıyor. Evet, bildiniz! Porto’ya aşık oluyorum. Şehri ortadan ayırıp dingin bir şekilde akan, okyanusun yavrusu niteliğindeki nehri bir tam puan alıyor zaten benden. Küçük teknelerin akşam vakti açılıp gezintiye çıkmasını zevkle izliyorsunuz kenardan. Portekiz demek, tarih demek. Şehre değişik bir hava veren eski evleri, dinler ülkesi Portekiz’i her şehrinde olduğun gibi burayı da kaplayan kiliseleri, onlarca tarih ve sanat müzesi ve elbette Gaia! Gaia, Porto şarabının üretildiği ve onlarca şarap evine ev sahipliği yapan Porto’nun sevimli ve oldukça tarihi bir bölgesi. Konuşkan bir Japon rehber eşliğinde bir şarap evini geziyoruz. 150 yıllık şarapların bile olduğunu öğrenen ben hakikaten dumura uğruyorum. Birkaç aklıevvel de, fiyatını sormaya cüret edince, basıyoruz hep beraber kahkahayı. Japon rehber söyleyeceği miktarla oldukça pahalı bir araba alabileceğimizi söyleyince, duymasak da olur, diyoruz.
Şehrin merkezinde 1906 yılında kurulmuş olan dünyanın en güzel kütüphanelerinden birine uğruyoruz: Lello Bookstore. İçeride fotoğraf çekimi yasak, fakat internette Porto Lello Bookstore diye aradığınızda karşılaşacağınız manzara sizi kendine hayran bırakacak. Kendimi kraliyet balo salonunda gibi hissediyorum ve ihtişamından gözlerimi alamıyorum. Eduard Boubat’ın bir fotoğraf albümünü satın alıyorum Porto hatırası olarak. Oradan Porto stadyumuna gidiyor ve bir dolu fotoğraf çekiyoruz. Söz konusu futbolsa, Portekiz’in ikinci dininden bahsediyoruz demektir. Futbol bir yaşam tarzı ve bana sorulduğunda Türkiye’yle aranızdaki benzerliklerden biri de bu, diyorum.
Porto Modern Sanatlar Müzesi’ne götürülüyoruz akabinde. Off the Wall sergisini geziyoruz. Dünyanın dört bir yanından tüm eksantrik işler burada toplanmış dersek yalan olmaz. Savaş karşıtı filmlerden, ziyaretçilerin kendi izlerini bırakabildikleri odalara, maketlerden tablolara, insan vücudunun hassasiyetini sınamak için kurulmuş düzeneklere kadar tam bir çılgınlık müzesi. Porto’ya gelindiğinde mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri.
Portekiz sadece Porto, Braga ve Lizbon’dan ibaret bir ülke değil, inanın! Her bir köşesi tarih, sanat, aşk ve kültürle dolu. Krize inat gülen insanlar, Portekiz gitarı eşliğinde tadına doyum olmayan Fado, okyanusun cömert güzelliği, kaleler, kiliseler ve doğa. Portekiz sadece Portekizce konuşulan Katolik bir ülke değil; bir tarihin, devrin ve İber Yarımadası’nın da önemli bir aynası. Portekiz’e aşık oldum ve sanırım bir yılımı bu aşkla geçireceğim. Eğer yolunuz düşerse buralara bir gün, burun kıvırıp da geçmeyin. Tadına bakın Kuzey güzelliklerinin ve mümkünse etkinliklere katılın, Portekiz insanını ve İspanyolcaya benzer olup da kendini birkaç kuralla esnetmiş Portekizceyi tanıyın. İnanın bana kazancınız büyük olacak. Yeşilin maviyle sarmaş dolaş olduğu canlı tarih Portekiz’den herkese sevgiler…
Adeus!
Bahanur ALİŞOĞLU