Baharlı Kış

“Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum,

Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar?”

Şarkıyı hatırladınız değil mi? Candan Erçetin’in insanın iç aleminde çiçekler açtıran Bahar adlı şarkısı…

Kış mevsimine geçiş yaptığımız andan beri hem kendi iç dünyamda hem de konuştuğum insanların iç dünyalarında soğuk, yağmurlu, rüzgârlı ya da gri bir mevsim oluştuğunu fark ettim. İnsan mevsimlere daha önceden alışık olduğu bir ruh haliyle mi bakıyor yoksa mevsimler mi insanları böyle bir ruh haline sokuyor?

Gece yarısı nezaketle yağan karı seyrederken, odalara çekilmiş ev halkının, heyecanla harekete geçmesi, herkesin pencerelere doğru koşması, o sakin ve sessiz odaların bir anda sevinç çığlıklarıyla dolmasından anladım ki, bir dokunuşla değişebiliyor gönlümüzün kışı. Ve kar, hepimizin çocukluk sevinci, beklentisi, hatırası…  “Kar ile ilgili hikayeniz var mı?” sorusuna çoğumuz içimizi ısıtan, gözlerimizi parlatan birçok anımızı çıkartabiliriz geçmişin cebinden.

Hüzünlü müziklerin mahzenden çıkarıldığı, bir melodiyle yıl, gün, ay ve atmosferin hatırlandığı eski ve güzel hikayeler… Hüzne, sevince, güzelliğe yatırılmış ve üzerine “hey gidi günler” adı konularak saklanmış onlarca hatıranın ortaya çıktığı o özel anlar ve daha niceleri…

Sizi bilmem ama bu kışların hüzünle bir alakası var. Hele şu sıralar ve bu havalar insanın yalnızlığına soğuk elleriyle dokunuyorken, titrememek elde değil.

Küçük şeylerin, büyük dokunuşlar yarattığını ve insanın tüm mevsimini bir anda mucize gibi değiştirdiği günleri hatırlıyorum. Kar yağdığı zaman ya da güzel bir şeyler olduğunda, paylaşmak için yanımızdakini dürttüğümüz ve o ana eşlik etmesi için aradığımız insanları… Unuttuğumuz ve sıradanlaştırdığımız daha nice anları…

Her gün önünden geçtiğimiz o küçük parktaki çocuk seslerini, iki adım atsak göreceğimiz parkı, bahçeyi unutuyoruz.

Yanı başımızda mindere kıvrılmış kedimizi unutuyoruz.

Her gün gözlerimizi açtığımızda ilk karşılaştığımız evladımızı, eşimizi unutuyoruz.

Çocuklarımızla kaliteli zaman geçirmeyi, kapıyı açar açmaz boynumuza sarılan çocuklarımızın gözlerine bakarak, “özledim” demeyi unutuyoruz. Hatta eşlerimizi karşılamayı, karşılaştığımızda sarılmayı unutuyoruz.

Dostlarımızla birlikte yaptığımız mutfak sohbetlerimizi unutuyoruz.

O kadar çok yorgun, sarhoş ve dikkatsiz dolaşıyoruz ki, aynaya baktığımız yüzü unutuyoruz.

Hep bir zihin dağınıklığı yaşıyoruz. Olanı unutuyor, bulunca seviniyoruz.

Karın latif bir şekilde Ankara’yı ziyaret ettiği o gece, komşu ile aynı anda pabuçları giyip dışarıya koşan kardeşimi ve eşini, yaşadıkları o çocuk sevinci görünce fark ettim ki, küçük bir kar dokunuşuyla mahalle, caddeler, tabiat değil, unuttuğumuz hislerimizin de üzerine yağıyor kar. Öyle bir değiştirdi ki atmosferi, gönlümüz ferahladı beyazla birlikte.

Bir buçuk yaşındaki torununa karı gösteren ve onu bu mucize güzellikle tanıştırmak için kucağına alıp sokağa çıkaran dedenin heyecanıydım o an ben.

Sokaktan gelen neşeye bulanmış bir çocuktum o an. Yükselen kar şarkılarının içindeki notaydım. Geceye umudunu bırakmış bir ulak.

Anın içindeki bir kareyi dondurup baktığımızda, bir arada yaşamanın, gülümseyen yüzlerin insanı ruhundan kucakladığını göreceğiz. Kucaklamaya ve kucaklanmaya çok ihtiyacımız olduğunu da…

Birlikte içilen çayların ve çayların biri gidip diğeri gelirken hiç bitmeyen sohbetlerin, saatin kaç olduğunun pek de önemli olmadığı o anlar. Çocuk, genç, yaşlı, dost, akraba, eş, sevgili… Birlikte olduğumuzun bile farkına vardığımız, yorgunluklarımızı birbirimizle bakışarak, birbirimize dokunarak, dinlediğimizi, anladığımızı, yanında ve karşısında olduğumuzu samimiyetle hissettirdiğimiz o anlar…

Özlüyoruz. Çünkü o kadar çok dağınık ki odalarımız, kafalarımız, karşımızda olanların, yanımızda duranların, sorunu, sıkıntısı, sevinci, mutluluğu olanların bile farkında değiliz. Orada oluyor, yanında duruyor, anlatılanları duyuyor ama dinlemiyoruz. Anladığımız ve yakaladığımız yerde yani tam da susulacak yerde durmadan konuşuyoruz. Düşüncelerimizi süzmeden, dikkatimizi derinleştirmeden, alelacele, bir çırpıda konuşuyor, sohbeti tüketiyor, aceleyle dokunup çıkıyor ve nerede değilsek oraya doğru yol alıyoruz.

Sabah yürürken, bir ağabey gelip bana “Günaydın kızım, nasılsın?” dedi. Kelebek etkisinin, bir gülüşle insanları nasıl harekete geçirdiğini ve sadece yüreklerini değil, cesaretlerini de ısıttığını fark ettim. Geçen aylarda yolda yürürken bir hanımefendiyle göz göze geldiğimiz o gün geldi aklıma. Günaydın dediğimde, defalarca teşekkür ettiği o an. Mutlu olmuştu, hem de çok. Oysa biz birbirine selam vermeden geçmeyen insanlardık, ne oldu da selamlaşmayı unuttuk?

Aynı evin, ofisin, ortamın içinde her gün birbirini görüp “günaydın” demediği, diyemediği, bazen de diyemeyecek kadar hayatı, zihni, programı dolu olan kaç kişiyiz?

Birbirimizi dinleyecek kadar enerjimizin ve dikkatimizin olduğu günlerin sayısı azalıyor. Belki de bir başka kışa ısınacak birlikte geçirebileceğimiz, hayatı, tabiatı anımsayacağımız küçük şeyler biriktirmeliyiz. Ya da her anın ve yanımızda bulunan sevdiklerimizin, bize gülümseyerek, dikkatle ya da hüzünle sarılan her insanın, yolda gördüğümüz her canlının, nefesimizi görmemizi sağlayan kış ayazının bir mucize olduğunu fark etmeliyiz.

Babam, ona okuması için verdiğim bir kitabın içinden sevdiği ve etkilendiği bazı bölümleri anlatırken ve Bilge Kıtmi’den büyülenmiş bir şekilde heyecanla bahsederken farkına vardım, aynı kitabı okumuş olmamıza rağmen anlattığı bölümleri hatırlamadığımı. Muhtemelen zihnimde büyük bir trafik vardı ve okurken manzarayı seyretmeyi unutmuştum.

Şimdi Paulo Coelho Akra’da Bulunan El Yazması adlı kitabını fırsat buldukça ve özümseyerek okumaya çalışıyorum. Karlı günlerde mucizenin ayak izlerini kahve içerek takip etmek çok keyifli.

“Zihnimiz, büyük vazifelerle ve zaferlerle dolu olduğundan gözümüzden kaçırsak da… Mucizenin yolumuzu nasıl değiştirdiğini fark etmeyeceğimiz kadar işlerimize dalmış olsak da… Yalnızken ve kederliyken gözlerimiz, etrafımızda olup bitenlere hep açık olsun; çiçeğin açtığını, yıldızların gökte kımıldadığını, uzaklarda şakıyan kuşları ya da yanı başımızda mırıldanan çocukları es geçmeyelim.”

Coelho’nun bu satırlarını okurken anlıyorum ki, eğer anın farkındaysak, mevsim kış olsa da trafik lamban kederi gösterip seni durdursa da, insanın gönlünde hep bahar şarkıları çalıyor.

Sevilay Acar

Önceki İçerikGezegenimizin Büyümeyen Bilge Prensi: Küçük Prens
Sonraki İçerikAilemle Geziyorum
Sevilay Acar
Öğrenim Üyesi / Okur- Yazar. En büyük deneyimim çocukluğumda oynadığım oyunlar ve kurduğum hayaller oldu. Her ne yapıyor olursam olayım, iki etken her zaman yolumu belirler: hayaller ve dualar. Çocuk merakı ve heyecanıyla öğrenmeye çalışıyor, okuyor, yazıyorum. Babalardan Babalara adlı bir röportaj kitabım var. Babaların ayak izlerinden oluşan ve hikayeleriyle iç dünyaya yolculuk yaptıran bir kitap olduğunu düşünüyorum. Yolculuğu seviyorum çünkü her şeyin yolda şekillendiğine inanıyorum. Bu yolda en çok da öğrenciyim; kapsayan, içine alan, öğrendikçe çoğalan ve var olan. Karşılaştıklarımı, hissettiklerimi, öğrendiklerimi yazarak paylaşmaya çalışıyorum.