Her yolculuk bir hayalle başlar…
Her yolculuğumda asıl görmek istediğim tek bir yer olur çoğunlukla, diğer gördüklerim ise hedefe ulaşırken geçtiğim duraklar. Bazen duraklarımı hedeften daha çok severim, bazen de o hedefin aslında sadece bir rüya olduğunun farkına varırım.
Balkanlar’a doğru yola çıkarken, asıl hedefimde Slovenya’nın Alpler sınırındaki Bled Gölü vardı. Gördüğüm birkaç fotoğrafın hayali ile orayı görme arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Dağların arasında yemyeşil ormanın ortasında mini mini bir göldü aslında. O mini mini gölün ortasında bir adacık, adacığın üstünde de bir manastırcık hepsi bu. Ama öyle güzel, sanki masal kitabından fırlamış görünüyordu ki fotoğraflarında Balkanlar yolculuğuna çıkarken Bled Gölü’nü görmeye gidiyorum diyordum.
Seyahat rotası olarak Balkanlar’ı seçmemin birkaç nedeni vardı. Mesafesinin yakın olması ve kısa zamanda çok yer görebilme imkanı ve ekonomik tatil fırsatı sunması. Motosikletle çıkılacak bir gezi idi, bu nedenle gidiş mesafesi ne kadar kısa olursa gidilen yerde o kadar çok gezme fırsatı bulacaktım.
Balkanlar’a doğru yola çıkarken fazla ümitli olmadığımı itiraf etmeliyim. Ne görebilirdim ki? Savaşlar, yokluk sonrası toparlanmaya çalışan irili ufaklı ülkelerden başka bende çağrışımı yoktu Balkanlar’ın. O yüzden beklentim düşük şekilde çıktım yola… O topraklara varınca tüm bu düşüncelerin ne kadar sığ, ne kadar da yüzeysel olduğunu fark edecektim.
Gezi notlarını başka bir zaman uzun uzun yazacağım, çok güzel coğrafyalar, sıcacık insanlar, tarih ve doğanın yan yana koyun koyuna yaşaması…
Balkanlar dönüşünde ise giderkenki hayallerimden çok başka şeylerle karşılaşmış olmanın verdiği şaşkınlıkla aşağıdakileri kaleme aldım:
“Atatürk’ün, Nazım Hikmet’in, Marco Polo’nun, Emir Kustarica’nın, Goran Bregoviç ve daha nicelerinin memleketlerini gezdim geldim.
Giderken akrabalarımıza gidiyorum demiştim. Oraya gidince bunu daha da derinden, çok içlerde hissettim.
Atatürk’ün aynı kitaplardakine benzeyen evini gördüğümde, bizim dilimizde bize özlemle bakan, Türkiye’deki akrabalarını anlatan Makedonyalılar’ın iftar saatini beklemesinde,
Mustafa Kemal Atatürk adını bir okulun levhasında gördüğümde,
her köyde bir minare ile karşılaşınca,
bayram sabahı erken saatte bayram namazından çıkanlarla dolan sokaklarda,
‘burek’ de deseler ‘bizim’ kol böreğinin tadına bakınca,
anadilimiz Türkçe bizim derken gözlerde gördüğüm hasrette,
bildiğimiz köftenin yanında yoğurt ikram edildiğinde,
İstanbul yazan t-shirt’ümüzü almak için bizi ikna etmeye çalışan dondurmacıda,
hep bizden bir şeyleri gördüm.
O kadar yakın bir o kadar da uzaktılar…
O kadar bizden bir o kadar da değildiler…
Öyle etkiledi ki orada gördüklerim beni şimdi herkese mutlaka “Balkanlar’a gidin” demeye başladım. Hani ilkokul kitaplarımızda bolca okuduk ya “Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür.” İşte Balkanlara gidince aynen bunu hissettim.
O köyü mutlaka gidip görmek için fırsat yaratmalı. Balkanlar’daki akrabalarımızı unutmamalı!
Sevil Mert