Ukrayna uyruklu feminist aktivistler tarafından 2008 yılında kurulan ve bugüne kadar birçok sansasyonel eylem gerçekleştiren FEMEN grubu, geçtiğimiz haftalarda Türkiye’deki şubesini açtı. Uçan Süpürge’den Selen Doğan ile Türkiye’deki feminizm algısı ve feminist aktivist Nilberk Günay ile de FEMEN Türkiye hakkında konuşarak biz beş harflileri andık.
“Başlangıçta vücut vardı; kadın vücudunun varlığı. Neşe vardı çünkü bu duygu özgürlük ve hafiflik demekti. İşte o zaman adaletsizlik başladı. O kadar güçlü ki bedeninizle hissedebilirdiniz. Sizi ortadan kaldırıyordu bu, özgürlüğünüzü engelliyordu ve sonunda bedeninizin rehin alındığını hissediyordunuz. Şimdi, bedeninizi bu adaletsizliğe karşı çeviriyor, herkesi partiyarkal düzen ve aşağılanmaya karşı harekete geçiriyorsunuz. Ve sonra dünyaya şunları söylüyorsunuz: ‘’Tanrımız kadın! Misyonumuz protesto! Silahımız çıplak göğüslerimiz!’’
Uçan Süpürge ve feminizm algısı
Feminizmin geldiği noktaya bakarsak eğer bugün Uçan Süpürge için Türkiye’de önce kız çocuk, ardından da kadın olmak ne anlam ifade ediyor?
Kadının başlangıcı diyebileceğimiz bir kız çocuk hali var. Bütün o kimliğimizin şekillendiği, bize kadınlığın öğretildiği, sonrasında itiraz edeceğimiz o öğrenilmiş rol kalıplarıyla ilk tanıştığımız dönem kız çocuk olma dönemi. Hani ağaç yaşken eğilir deriz ya, işte o dönemde ne öğreniyorsak ne yapılıyorsa kimliğimizi onların şekillendirdiğini düşünüyorum. Onlar kemikleşip kalıyorlar bizim içimizde. Sonrasında da farkına varıp bunları düzeltmeye, dönüştürmeye çalışıyorsak çok zorlanıyoruz çünkü bir kere onun temeli atılmış oluyor. Başka bir kategori tabii bir taraftan kadınlık çünkü üstümüzde başka rollerin ağırlığını hissettiğimiz bir dönem. Bu evlilik olabiliyor, yetişkin kadınken toplumun beklentileri farklılaşabiliyor. Kız çocuk olmak demek, biraz daha dezavantajlı bir konumda olmak demek çünkü Türkiye toplumu ve içine doğduğumuz o kültür her zaman çok denetleyici ve kısıtlayıcı, hatta bazen kız çocuklar için cehennem gibi. Erkeklerin görece daha fazla alanları olduğunu görüyoruz pratikte de gündelik hayatımızda da.
Sokakta özgürce, rahatça oyun oynayabilmek, istediği küfrü edebilmek, hatta bu küfrün alkışlanması ve onaylanması, sempatik bulunması, kız çocuklarla oynarken onlara sataşabilmek, dövebilmek, taciz edebilmek ve bunların çok normal erkek davranışlarıymış gibi görülmesi, öte yandan da kız çocuklarının her zaman korkutularak, sindirilerek ve bastırılarak büyütülmesi… Kız çocuk olmak da zor, kadın olmak da zor. Bunun sebebi bizlerin kendi kültürümüzde de öğrendiğimiz kadın olma ve erkek olma halleri olduğunu düşünüyorum.
Bu hallere de dayanarak bugün medyada gördüğümüz belli Türk kadın portreleri var. Bu portrelerden birkaçı ‘’Türk kadını pasiftir’’, ‘’Türk kadını şiddetten korkar ama bunu asla dile getirmez’’, ‘’Yer yarılsa kol içinde kalır’’tarzı söylemler. Tabii ki bu eleştirilen bir şey ama sizin bu konudaki yorumunuz nedir? Bize bir Türk kadını portresi çizebilir misiniz?
Bir Türk kadını portresi çizemem çünkü milli kimliklere dayandırdığımız kimliklere inanmıyorum ve onların ayrı bir kategori olduğunu da düşünmüyorum. Ama ironik bir biçimde şöyle çizebilirim. Hep eleştirdiğimiz Türk aile yapısı denen muğlâk bir kavram vardır. Muhafazakâr, kaş yapayım derken göz çıkarır, sağ gösterip sol vurur… Bu listeyi çok uzatabiliriz. Bu anlamda bir Türk aile yapısı prototipi daha doğrusu karikatürü kafamda mevcut.
Bu hakikaten de sevmeyeceğimiz, onaylamayacağımız ve benimsemeyeceğimiz bir prototip. Türk kadını olarak tarif edilen şeyin ise ben yine bundan çok da uzak olmadığını düşünüyorum. Bizim toplumumuzda maalesef kişilerin birbirlerini sosyal statüler üzerinden yargılamasına çok sık rastlıyoruz. Bu statüler ve kimlikler üzerinden nasıl iktidarların inşa edildiğini çok net bir biçimde görüyoruz. Deyim yerindeyse kendini ‘’kurtulmuş’’ addeden bazı kadınların kendileriyle aynı imkânları paylaşmayan, geride bırakılmış kadınlarla kendilerini kıyasladıklarında ve onları küçümsediklerinde ise tam da o tırnak içindeki Türk kadını olduklarını düşünüyorum.
Aslında bugün böyle bir kadın portresi çizilmesinde medyanın etkisinin de çok büyük olduğunu görüyoruz. Ataerkil yapı çerçevesinde oluşturulmuş haber, dizi ve programlarla karşılaşıyoruz her gün. Alternatif medyanın yeni bir kavram olduğu günümüzde, siz Uçan Süpürge olarak alternatif habercilik adına ne yapıyorsunuz?
Her şeyden önce bize bu ülkede yaşayan kadınlar olarak her şeyin alternatifi lazım çünkü ana akımlaşmış ve genel geçere hitap eden sistemler aslında çoğunlukla çok problemli. Çünkü çok ataerkil, çok ayrımcı, çok düşmanca ve kadınların yaşama felsefesiyle çok da bağdaşmayan bir düzen, bir sistem. Dolayısıyla medyanın da alternatifine bakmak bizim için bir zorunluluktu.
Geçmişten uçan süpürgeyi kuran ve yürüten kadınlar da bunu yaptılar. Çünkü medya her zaman tek taraflıydı, hep gücü ve iktidarı olandan yana taraftı ve kadınları tabii ki çok güçsüz görüyordu tıpkı bugün de görmeye alışık olduğu gibi. Kadınları belli temsiller içinde resmediyordu, hep belli önyargılar ve belli kimlikler atfediyordu ve buna kendi inandığı gibi zamanla kendi izleyici ve okuyucu kitlesini de buna inandırmaya çalışıyordu. Dolayısıyla haberlerde ve diğer medya içerisinde gösterilen biz değildik, orada yaratılmış başka bir kadın imgesi vardı. Bunlara olan itirazımız, bizi alternatifini bulmaya yöneltti. Bunun aslında zor bir şey olmadığını, eğer kadınlar bir araya gelip örgütlenirse buna ulaşabileceklerini gösteren örneklerle dolmaya başladı tarihimiz. Yerel Kadın Muhabirler bunlardan bir tanesidir.
Tamamen alternatifine olan ihtiyaçtan yola çıkmış ve yeni bir medya yaratmıştır. Bu da kadınların medyasıdır. Yani tek karar vericinin kadınların kendileri olduğu, haber üreten kadınların aynı zamanda haberleri tüketen kadınlar da olduğu, böylece çift yönlü, tek taraflı tüketime dayalı olmadığı bir haber ağıdır. Kadın medya okuryazarı nüfusunu arttırmaya yöneliktir ve bu anlamda değerlidir. Bunun yanı sıra 1998’den beri faaliyet gösteren Uçan Haber dergimizle, 2002’den beri kesintisiz ilerleyen Uçan Süpürge resmi sitesiyle, pek çok saha çalışmasına eklediğimiz yerel medya temalı projelerimizle, yaptığımız radyo ve televizyon programları ile hep işin alternatifini aradık. Kadınların sadece çıplak bedenlerle, uzun bacaklarıyla, sarı saçlarıyla haber olabildikleri bir medya ortamında Yerel Kadın Muhabirler ağına dâhil olan gönüllü kadın muhabirler, o kadınların her şeyleri ile haber olmasını sağladı. Maruz kaldıkları şiddetle, hukuk mücadeleleriyle, hak mücadeleleriyle, başarılarıyla, zaferleriyle, deneyimleriyle, tanıklıklarıyla dünyada olup biten her şeye dair bir sözü vardı kadınların ve bizim haberlerimiz onlara biraz ışık tuttu.
Türkiye’deki liberal medyanın eksikliklerinden biri olarak çarpıtılmış kavramlar silsilesini örnek gösterebiliriz. Bu kavramlardan biri sizi de yakından ilgilendiren feminizm. Ülkemizde feminist denildiğinde akla erkek düşmanlığı gibi oldukça komik tanımlar geliyor. Bu kavrama bir açıklık getirmek için bizi feminizm nedir, ne değildir konusunda kısaca aydınlatır mısınız?
Şimdi gerçekten kadın düşmanlığı o kadar baskın ve o kadar yoğun ki feministlerin erkeklerden nefret etmeye, onlara durduk yere düşmanlık beslemeye bile zamanları yok.
Böyle ironik bir başlangıç yapabilirim. Bunlar latife, ancak hakikaten feminizmin erkek düşmanlığı olmadığını aklı çalışan bütün herkes anladı. Anlamak istemeyen varsa da artık onların akılları ile zoru var herhalde diye düşünüyorum. Ben artık 40’larına yaklaşmış biri olarak feminizm için şunu söylüyorum: feminizm hayatımıza yön veren bir ideoloji. Bunu bu şekilde kabul etmemiz lazım. Buna göre sadece kadınların haklarını savunuyor olmak ile de ilgili bir şey değil. Bir feminist aynı zamanda savaşa karşı olan kişidir, çevrecidir, başkalarının da hakları olduğunu görür. Bir feminist asla ayrımcı olamaz, militarist ya da homofobik olamaz. Bütün bunları alt alta koyduğunuzda aslında bir yaşam felsefesinden bahsediyorsunuz ve bu çok insani, çok hak temelli ve adaletli geliyor. O yüzden ben bir insanın kendisine feministim diyebilmesini ben çok kıymetli buluyorum. Herkes kendine istediği ideolojiyi yakıştırabilir ama kendisine feminist diyen kadınların böyle bir dünyadan süzüp getirdikleri bir hassasiyetleri var ve bu çok önemli bir şey. Çünkü sadece kendinize bakmıyorsunuz, sizin gibi ezilen başkalarına da bakıyorsunuz, ihmal edilmiş, dezavantajlı konuma sürüklenmiş başkalarının da var olduğunu görüyorsunuz.
Ben feminizmi bu şekilde eleştirenlerin kolaycılığa kaçtığını düşünüyorum. 80’lerden beri karikatürize edilmiş bir feminizm var. İşte böyle kısa saçlı, çirkin, agresif, ileri gidildiğinde lezbiyen, evde kalmış kadınlar olduklarını düşünüyorlar feministlerin. Bizim de hayatlarımız var ve böyle geçmiyor. Biz de kime saldırsak diye ortada dolaşan insanlar değiliz!
Uçan Süpürge sosyal sorumluluk projeleriyle birçok alanda faaliyet göstererek feminizmin ne anlam geldiğini topluma gösteriyor. Bu projelere baktığımızda da genel amacın yine kadını bilinçlendirmek, kamu kuruluşları ve kadın örgütleri arasındaki ilişkiyi ve iletişimi sürdürmek olduğunu görüyoruz. Kamusal alanda atılan adımlardan biri de 2006-2008 yılları arasında yapılan İlk Adım Projesi. Bu proje meyvesini verdi mi?
Aslında bütün projeler bir şekilde meyvesini veriyor ama bazıları daha uzun vadede bazıları ise orta vadede olabiliyor. Tabii hiçbir değişim akşamdan sabaha mümkün değil. İlk Adım Projesi ile hedeflenen siyaset etme biçimlerine dair bir çalışmaydı ve kadınların buna dâhil olmasıyla ilgiliydi. Bir şekilde yerelde kadınlar oy veriyorlar, yurttaşlık haklarını kullanıyorlar ve birtakım insanları birtakım koltuklara getiriyorlar. Bu gelenlerde siyasetin kendi dünyası, aurası çok erkek olduğu için tabii ki erkekler oluyor. Tabii ki onlar da kadınlarla empati kurup onların ihtiyaçlarını, beklentilerini görmeli; ancak buna yönelik çalışma refleksini beklemek çok güç.
O yüzden bu proje ‘’biz kadınlar olarak parlamentoyu nasıl çalıştıracağız’’, ‘’neler yapacağız’’, ‘’hangi baskı güçlerini oluşturacağız’’, ‘’hangi araçlar elimizde’’ var gibi sorulara işaret eden bir şeydi. Bence orta vadede iyi de sonuçlar verdi çünkü en azından kadınlar Ankara’ya otobüsle geldiklerinde gerek Amasya’dan gerek Mersin’den otogardan parlamento binasına kadar nasıl ulaşabileceklerine kadar tarif eden bir yayına sahip oldular. Biz böyle bir kitapçık çıkarttık.
Bu hakikaten çok güzeldi çünkü parlamento dâhil bütün kamu binaları kadınlar için asla ulaşılmaz değildir ama çok zorlaştırılmıştır mesela oralara gitmek. Kadınlara yapabilirliklerini ifade eden, bunu gösteren her proje, her çalışma mutlaka ki etki ediyor. Somut sonuçlar da aldık. Kadınlar yerel gündemden sorunları varsa onları soru önergesi biçiminde meclise taşıdılar, kanun teklifleri hazırladılar ihtiyaçlarına göre. Bunlar da oldu. Bunlar faydalı tabii, mutlaka ki bir etkisi oldu.
Türkiye’de şöyle bir durum da söz konusu; kadın hukukçu bolluğu. Bizim kadın hukukçu oranımız, Avrupa’daki birçok ülkeyle kıyaslandığında oldukça yüksek. Bununla birlikte ülkemizde kadınların yaşadığı hukuksal sorunlar, kadınların hukuksal alanda yeterince korunmaması gibi bir çelişki söz konusu. Bununla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Ona bakarsak ve böyle bir kıyaslama yaparsak eğer çok da akademisyen var bir taraftan ülke genelinde. Ama bu kadınların kaç tanesi rektör, kaçı dekan, kaçı üniversitelerin yönetiminde söz sahibi? Kadınlar maalesef ki işin daha çok angarya kısmında pozisyonlandıkları için, yani erkekler bizi hep oralara ittikleri için karar süreçlerinde çok da yer alamıyoruz. Benzer bir durum mutlaka ki hukuk alanında da vardır. Çok kadın hukukçu var, üniversiteler çok dolup taşıyor çünkü çok çalışmayı, çok disiplinli olmayı ve muhakeme gücünü gerektiren bir alan. Erkekler diyorlar ki işte bilimle, yüksek şeylerle uğraşmaktansa, kısa yoldan böyle köşeyi dönmek varken ‘’yıllarca hukuk okuyup ne yapacağım’’ da diyebilirler. O yüzden belki de çok fazla kadın mezun oluyordur o okullardan. Şaka bir yana, kadınların kaçının hâkim olabildiği, mahkemelerde, komisyonlarda görev alabildiği önemli. Sayı olarak bilmiyorum ama büyük ihtimalle çok daha düşük oranda temsil ediliyor. Böyle olunca da gene son söz erkek olan bir hâkime ya da savcıya kalıyor. Orada da kadınların çok fazla bir etkisi yok. Bence bundan kaynaklanıyordur diye düşünüyorum.