Hayatın koşuşturmacası bizi öylesine içine alır ki, bazen zamanın nasıl geçtiğini anlamayız. Bedenimizin yaşlanmaya başladığını ve daha kötüsü ruhumuzun ferini yitirdiğimizi fark etmeyiz. Hikayemiz ve suçladığımız kaderimize teslim olmuş gideriz. Beynimizi kısa süreli de olsa mutlu eden hormonların salgılanması bizi hayatta tutar. Endorfin ve dopamin her yerdedir.
Klasik bağımlılıklardan tutun da, sosyal medyada alınan beğenilere kadar her yer bu hormon tuzakları ile dolu. İşin en kritik yanı ise her seferinde dozajın artması gerekiyor çünkü bir önceki seviye alışılmış olduğunda aynı miktardaki hormonu bize sağlamıyor; he daha fazlasını istiyor.
Hedefler ve hedefler: Para, kariyer, cinsellik, yemek, alışveriş, unvan, ben, ben, ben..
Sonu ise tükenmişlik sendromu, bir hastalık veya depresyon.
Son ise malum, yaşanmamış, bir hedef peşinde koşturulmuş bir hayat.
Fark etmek için neye ihtiyacımız var?
Bazen bize yol gösteren bir öğretmene.
Henüz hayattayken kendi cenaze törenini düzenleyen bir öğretmene: Mori’ye!
Sahip olduğum tek şey sesim.
Yalandan korunmak adına.
Yalanla yıkanmış yetkiler,
Göklere uzanmış vaatler.
Kimse yalnız var olamaz.
Ne yoksul, ne de polis, açlık kimlik tanımaz.
Birbirimizi sevelim, yoksa bırakın ölelim.
Sevgi Dolu Bir Öğretmen: Mori
Öğretmenim Mori ile Salı Buluşmaları‘nda, Mori’nin öğrencilerinden Mitch, yıllarca onu ziyaret etmek istemiştir. Ancak bu buluşma, öğretmeni çok hasta ve ölüme yaklaştığında gerçekleşir. Kendisi çok meşgul bir spor yorumcusudur ve kız arkadaşı ile ciddi problemler yaşamaktadır. En büyük hayat dersini yine öğretmeni Mori verecektir. Her hafta salı günü yaptığı ziyaretler onun için iple çektiği buluşmalar haline gelir. Ölüm, farkındalık için önemli bir araçtır.
Öğretmen Mori der ki, “Ölmeyi bilirsen, yaşamayı da bilirsin.” Ölmek fikrinden kaçmadığımızda bize muazzam bir farkındalık kazandırır. Dünyevi dertlerimiz gözümüzde küçülmeye başlar.
Bir şekilde öleceğimiz tarihi kesin olarak bilseydik neler yapardık? Şu anda dert ettiğimiz şeyler, yakın zamanda hedeflediklerimiz hala önemi korur muydu?
Ne yapardık?
Kim oldurduk?
Tüm bunları düşünmek rahatsız edici mi? Nereden çıktı şimdi bu? Ne güzel yaşayıp gidiyorduk.
Ölüm ve Yaşama Korkusu
Bu rahatsızlığın ardında korku var elbette. Ölmekten korkmanın ardında ise yok olma korkusu veya ölümden sonra cehenneme gitme korkusu vardır. Yaradan dünyayı sadece bizi ödüllendirmek ve cezalandırmak için mi yarattı? Elbette, yapılan davranışların sorumluluğunu bu dünyada ve belki öbür dünyada taşıyoruz. Ancak Yaradan sonsuz bir bağışlayıcılığı yok mu? Hepimizin ruhuna ondan bir parça üflenmedi mi? Tüm hesaplar verildiğinde, en sonunda bir olmak yok mu?
Asıl önemli olan içimizde beslenen korku! Korkunun yuvası zihindir. Sevgi dışındaki tüm duygu ve düşüncelerin kaynağı zihindir. Zihin, acıyı ve hazzı kronikleştirir. Acıdan kaçmak, hazzı tekrar etmek için devalı uğraşır ve bu deneyimler karşılığında hormonlar üretir.
Öğretmen Mori ölümü olduğu gibi karşılar: “Ölmenin nasıl bir şey olduğunu anlatayım mı? Ölüm üzülecek bir şey, bunu inkar etmiyorum. Ancak mutsuz yaşamak daha üzücü.” Ve onun için her yaşın keyfini çıkarmak, yaşamanın kilit noktalarından biridir:
“Ben de genç oldum, genç olmanın acısını iyi bilirim. Yaşlanmak çürümek değildir, aynı zamanda büyümektir de. 22 yaşımı yaşadım, şimdi de 78 yaşımı yaşıyorum. Yaşlanmaktan korkmak ne demek biliyor musun? Anlamını bulmayan yaşamlar.”
Sessizlik ve Yüzleşme
“Neden sessizlik insanları bu kadar ürkütür? Neden havada uçuşan kelimeler olmayınca insanlar kendilerini rahat hissedemez?”
Sessizlik, zihin için hiçbir şey yapmamak demektir. Oysa zihin derindeki korkularının yerine farklı ürünler çıkarmıştır piyasaya. Bunların çoğu bağımlılıklardır: Düşünce ve devamlı bir şeyler yapma bağımlılığı. İnsanın kendisi ile yüzleşmesini önleyecek her şey. Bu sebepten dolayı sessizlik onun için ölümden farksızdır. Oysa ancak sessiz ve dingin bir zihin ile kendimizin farkına varabiliriz. Kim olduğumuzun cevapları zihinde değil; kalbimizde veya sezgilerimizdedir.
Kabullenmek
Zihnin bizi bilgi ve deneyimlerine esir eder. Geçmişe bakarak geleceği tasarlamaya çalışır. Bu tutsaklıktan çıkmak için, başımıza gelen olayları olduğu gibi görmek ve kabul etmek kilittir. Bu kendimizi kandırmak değildir, çeldiricilere kanmak değildir. Henüz işin başındaysak, haksızlığa uğradığımız için öfkelenmek, sonra üzgünlük ve ağlamak. Tüm duyguların gelip gitmesine izin verdiğimizde, sıra olanı olduğu gibi görmektedir. Yargılar ve filtreler olamadan. Hikayemiz olmadan. Kabul tünelin sonunda bizi beklemektedir.
Deniz Öztaş