Yakında öleceğini biliyordu.
Ama yakın ne kadar yakındı?
Sabırla, olumlu tavrını hiç bozmadan ‘yakını’ bekledi.
Ailesini görevlendirmişti: Ruhu bedenden ayrıldığında yakılmak istiyordu.
O güzel bedenine kıymamızı, gözlerinin o derin maviliğini yok etmemizi, sapsarı saçlarını alevlere teslim etmemizi, insanın ruhunu aydınlatan o gülümsemesinin yerleştiği çekici dudaklarının ateşte kavrulmasını istiyordu bu yakışıklı adam. Toprak altında kurtçuklara, böceklere yem olmaktan, küllerinin denizdeki canlılara yem olmasını yeğliyordu sanki.
O kadar istiyordu ki bunu, hiçbir güç onu fikrinden caydıramadı.
Hastalığı onu gün geçtikçe daha çok kemirdi, bir ahtapot gibi kollar saldı bedenine, her kol uzandığı yerleri çöle çevirdi, her bir hücresi pes etti ve bütün çabalar işe yaramadı.
Sonunda artık sadece ruhu dimdik duruyordu bedenine saldıran acımasız düşman karşısında… o ruhu, hayatı seven, neşeli, sevecen, insana âşık o yüce ruhu… Kollarıyla artık sarılamıyordu sevdiklerine ama o kocaman, eşsiz ruhuyla sarıp sarmalıyordu bizi.
Ve bir gün öldü.
Ve o noktada, acımızı yaşarken sevdiğimizi yakmak gibi vahşi bir işlemin eşiğinde bulduk kendimizi.
Krematoryuma götürdü bizi yollar.
O yakışıklı bedeni alevlerin içine attık. Cayır cayır yaktı onu zalim fırın.
Elimize bir kavanozda verdiler onu bize. Küllerin içinde güzel gülüşü vardı, masmavi derin ve sıcacık bakışlı gözleri vardı, sapsarı saçları, harika parmakları, uzun bacakları vardı. Kurtçuklar, böcekler yerine alevler yemişti onu.
Türkiye hayranıydı, bu yüzden Türkiye’de denize karışmak istemişti.
Bir Kurban Bayramı gününde küllerini denize savurmuştuk. Gün batımında, bir tekneden veda etmiştik ona. Arkasından beyaz güller, begonviller atmıştık denizin maviliğine, en sevdiği beyaz şaraptan bir kadeh dökmüştük… ağlamıştık, tepine tepine ağlamıştık… O esnada teknede onun en sevdiği parça çalıyordu: Handel’in ‘Sarabande’si…
Ruhunun bizi duymasını umuyorduk.
Çok rüzgâr vardı. Külleri denize inerken bizim üstümüze de savrulmuştu… saçlarımıza ve bedenimize sarılmıştı o çok sevdiği maviliğe kavuşmadan bir saniye önce… Bu onun vedasıydı…
Sevdiklerimizi toprağa mı gömmeli yoksa yakmalı mı?
Yoksa Zerdüştler gibi, havayı kirletmemek için yakmamak, toprağı kirletmemek için gömmemek inancıyla ‘Sessizlik Kuleleri’ne yani Dakhme’leri mi bırakmalı insan sevdiceğini? Güneşe ve akbabalara mı teslim etmeli? Akbabalar ilk önce gözleri yiyormuş… Neyse ki artık yasaklanmış bu vahşet zerdüştlükte.
Ah hayat, ne acımasızsın! Sevdiğimizin ömrü sona erdiğinde nasıl zor bir görevle karşı karşıya bırakıyorsun bizleri! Veda töreninin her türü insanı mahvediyor, çok üzüyor.
Bugün Kurban Bayramı.
Her Kurban Bayramı’nda olduğu gibi küllerini maviliğe savurduğumuz o güzel insanı anmadan geçemedim yine…
Nevin Ölçer