Birçok şey değişmekte, evrilmekte, içi boşalmakta, hızla yok olmakta…
Nezaket ve zarafet kavramları da sanırım bunlardan. İlkokulda hatırlıyorum, “Hayat Bilgisi” dersinde her konunun altında “Toplum ve Görgü Kuralları” diye bir başlık vardı, kaldı mı müfredatta acaba? Oysa bazı değerlerin ta hücrelere kadar işleyebilmesi için ya ailede edinilmesi veya erken yaşta okullarda okutulması lazım değil mi?
Nezaket nazik olma, başkalarında saygılı ve incelikli davranma anlamına gelirken zarafet hoşa gider bir biçimde davranan anlamına gelmekte. Her iki kavram içinde de “karşı taraf” algısı ve karşı tarafa hassasiyet olsa bile arada ince bir nüans farkı var bence. Nezaket terbiye sonucu, zarafet ise ruhun inceliğinin bir sonucu gibi. Zarafet sanki nezaketin bir seviye üstü gibi. Bir insan nazik olup zarif olmayabilir, ancak zarif olup nazik olmaması mümkün değil kanımca…
Bu değerler hızla azaldı çünkü zaman hızlandı. Kimsenin kimseye ayıracak fazladan bir dakikası bile yok. Ayrıca itiraf edelim, hayli bencilleştik. Bir de zihinlerimiz fazlasıyla gereksiz yüklerle dolu. Bir odaya girip alacağımız şeyi alıp çıkmadan dönebiliyoruz. Bazen zihnimiz öyle dolu olabiliyor ki, çevresel farkındalığımız sıfıra inebiliyor. Gelin şimdi sizlerle bunun hakkında güzel bir mistik hikâye paylaşayım…
Dağdaki Derenin Sesini Duyabiliyor Musun?
“Bir Zen ustası bir grup öğrencisiyle dağ yolunda yürüyüşe çıkar. Yürüyüş bitip yemeğe oturduklarında Zen gizeminin anahtarını henüz keşfedememiş genç rahip sessizliği bozar:
- Usta, Zen* olan bilinç durumuna nasıl girebilirim?
Usta cevap vermez, nerdeyse dakikalar geçer. Sabırsızlanan öğrenciyi tam başka soruya geçecekken usta ani bir hareketle durdurup, işaret parmağını havaya kaldırır:
- Dağdaki derenin sesini duyabiliyor musun?
Öğrenci böyle bir derenin farkında bile değildir. Pür dikkat kesilir. Düşünceleri yatışmaya başlamıştır. Zihninin Zen’in anlamını araştırmakla meşgûl olduğunu hayretle fark eder. Yine duymaz. Dinlemeye devam eder. Bir süre daha derinleşip yüksek farkındalığa eriştiğinde uzaklardan gelen ufak derenin şırıltısını belli belirsiz algılar.
- Evet, şimdi duydum, diye yanıtlar öğrenci.
Usta gözlerinde şefkat devam eder:
- Zen’e oradan gir.
Bu öğrencinin ilk aydınlanma anıdır. Zihin bu, durur mu, yeni sorular ve düşünceler peşinde, öğrenci dönüş yolunda sorar:
- Usta, derenin sesini duyamasaydım eğer ne diyecektin bana?
Usta durur, işaret parmağını havaya kaldırır:
- Zen’e oradan gir.”
Acil İhtiyaç
Oysa ruhlarımızın acilen nezaket ve zarafete ihtiyacı var. Belki bir nebze olsun nefes alabilmek adına. Yalnızız çünkü çağdaş yaşam insanı yalnızlaştırdı, önce topraktan ve doğadan kopardı, daha sonra diğer insanlardan soyutladı. Belki çoook eskiden atalarımız vahşiydi, günümüz insanı duyarsız ve kayıtsız oldu. En acısı bu durum hızla normalleşti.
“Vakti zamanında bir üstadın manastırına kabul edilmek isteyen bir zat yola koyulur. Tokmağı vurur itinayla, açılır kapı usulca. Üstadın yanındakilerden biri kapıda durmakta. Bizimkisi içeriyi işaret eder. Kapıyı açan şahıs hızla uzaklaşır, geri geldiğinde “Üzgünüz” anlamında başını iki yana sallar ve elindekini gösterir. İçi ağzına kadar su dolu bir kâse tutmakta. Manastıra katılmak isteyen kişiyi bu durum yıldırmaz, kâsenin üzerine tek bir kuş tüyü bırakır. Hiç yük olmayacaktır. Bu zarif ve anlamlı cevabının karşılığını gecikmeksizin alır, kapılar ardına kadar açılır.”
Ne hoş bir iletişim şekli değil mi? Zaten bilge insanlara bakın; çocuk gibi masum, olgun biri gibi nazik ve zariftirler.
Darısı tez vakitte herkesin başına….
* Zen bilinci, anda olma hâli, yüksek farkındalık düzeyi.
Şeyda Bodur