Nisan ve mayıs aylarında Beyrut’a uçuyoruz. Bu ilginç şehrin bilmediğiniz taraflarını okudukça hemen siz de yola revan olacaksınız…
Bayram yaklaşırken seyahat arzum kıpırdanmaya başladığı için İstanbul’da kalmayacağımı anladım. Hemen telefona sarılıp gezi arkadaşım Fatoş’u aradım. Kurban bayramında Beyrut’a gitmek istediğimi söyledim. “Benimle gelir misin?” dedim. O da “Olur, sen ayarla gideriz” dedi. Ve ben de organizasyona başladım hemen… Ve bize en uygun turu buldum…
İki saatlik uçuştan sonra Beyrut’a indik. Turumuza Beyrut’un meşhur sahil kıyısından başladık. Güvercinlik Kayası’nda on dakika durup resim çektirdik, sonra da rehberimiz şehrin en önemli merkezi olan Hamra’dan geçerek, eski şehir merkezindeki Martyrs Meydanı’nda bulunan arkeolojik kazı çalışmaları, kilise ve camileri göreceğimizi bildirdi. Böylelikle birinci günkü gezimize başladık.
Romalı Kadınların Afrodizyağı
Güvercin Kayalıkları denizin kıyısına yakın iki kayalık manzarası olan doğanın oluşturduğu müthiş bir manzara oluşturuyordu. Elbette fotoğraf albümümüze girdi. Otobüsle ilerlerken dikkatimi Hristiyan bölgelerin bakımlı, Müslüman bölgelerinse pislik içinde olması çekti. On yıllık iç savaş sırasında bütün binaların delik deşik olmuştu, bazılarınınsa yıkılmadan ibreti âlem için ayakta kalması insanoğluna bir ders miydi acaba diye sesli düşündüm… İnşallah ders alınmıştır dedim.
Beyrut’un altının Roma kalıntılarıyla dolu olduğu savaştan sonra yıkımlarla ortaya çıkmış ve korunmaya alınmış. Ancak korumaya alıncaya kadar ülkeden birçok eser de dışarı gitmiş; tıpkı bizde olduğu gibi. Beyrut’ta tarihin her döneminde çeşitli dinler bir arada yaşamış; Fenikeliler, Memlüklüler sonra Osmanlılar ve Fransızların etkisi altında kalmış şehir… Martyrs Meydanı’ndaki Roma Hamamı’nı gezerken rehberimiz hamam kültürünün bize Romalılardan geçtiğini aynen bizdeki gibi havlet ve soğukluk kavramları olduğunu kalıntılarda bize gösterdi. İlginç de bir hikâye anlattı.
Roma zamanında insanlar yıkanmadan önce bütün vücutlarına zeytinyağı sürerlermiş ve suyla ovalarlarmış. Sıcakta iyice deri yumuşadığından vücutlarındaki tortuyu kazıyarak temizleyip onu biriktirirlermiş. Daha sonra da esans olarak küçük bir şişeye koyup kadınlar onu sürürlermiş. Neden mi? Çünkü erkeklere afrodizyak etkisi yaptığına inandıklarından, erkekleri baştan çıkarmada kullanırlarmış…(Romalı kadınlardan ders almak lazım.)
Dağların Beyazı:
Lübnan’ın anlamı dağdaki beyaz demekmiş. Çünkü dağların tepesine baktığınızda hep beyaz var. Bu bilgilerden sonra kilise ve Mavi Camii denilen Etfal Bölgesi’ne gittik. Rehberimiz işte bu arada bize Refik Halili’den yani Lübnan’ın kurtarıcısı; işte onun mezarını ziyaret ettik. Ve iç savaş hakkında bilgi vermeye başladı. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün aktif olduğu yıllarda Müslüman halk çoğalınca İsrail, Hıristiyanları Falenjis gruplarla kışkırtarak iç savaş çıkmasına sebep olmuş ve on yıl sürmüş. 80 yılında Refik Halili önderliğinde buna dur denilmiş. O yüzden işte Halili, Lübnan’da çok seviliyor ve ne yazık ki suikasta kurban gidiyor. İşte ülke o günden bugüne yaralarını sarmaya devam ediyor. Savaşın izlerini her adımda karşınıza asker çıktığında çok daha iyi görüyorsunuz. Bu arada askerlerin resmini çekmenin yasak olduğunu da öğreniyoruz.
Ünlü Jeyta Mağaraları ve Biblos :
Ertesi sabah güzel bir kahvaltıdan sonra turumuza tekrar başlıyoruz. İlk önce Beyrut’a Dünyanın 7 Harikası’na aday olan Jeyta Mağaralarına teleferikle çıkıyoruz. Bu mağaraları 1836 yılında William Tomhson adındaki İngiliz şehre su ararken bulmuş. Çift katlı ve alt katında yer altı nehri var. Mağara belli bir yere kadar gidiyor sonra yeraltı nehriyle birleşiyor. İlk önce üst kata çıkıyoruz manzara muhteşem; burada resim çekmenin yasak olduğunu öğreniyoruz. Sonra alt kata iniyoruz burada da kayıklara binerek nehri geziyoruz… Dışarıdaki küçük dükkânlardan resimler alarak otobüsümüze geri dönüyoruz ve Harissa Dağı’na cıkıyoruz. Buarası Meryem Ana’nın kilisesinin olduğu yer. Güya ermiş bir Hırıstıyan’a rüyasında Meryem Ana’nın burada görüldüğü söyleniyor. İşte bu yüzden buraya Meryem Ana’nın heykeli, kilisesi yapılıyor ve Hac yeri olarak kabul ediliyor. Harissa Dağı’ndan aşağıya bakıldığında Beyrut’un muhteşem manzarası insanı cezbediyor. En güzeli de
Teleferıikle iniliyor; apartmanların yanından, yolun üstünden geçerek manzaranın keyfine varıyorsunuz.
Buradan Biblos şehrine geçiyoruz. Biblos deniz kenarı ve Roma şehri olarak ün salmış. Bıblos kitap demekmiş.. Fenikeliler ve Romalıların kalıntılarıyla dolu, sol tarafı Orta Çağ, sağ tarafıysa modern Biblos olarak anlatılıyor. Şehrin kapısı 1104 tarihinde yapılmış, limanın MÖ 6000 yıllarına dayanıyor. Bu arası yerleşimi bozulmadan kalan şehir olarak anılıyor. Kalesini gezerken 6000 yılın eserlerin tas, seramik ve çapalar ağır taslar, 3200 yılına ait akik kolyeler , Biblos kralına ait takılar, Kaneni alfabesiyle yazılmış lahitler ve insanların inançlarına göre öldükten sonra
fetüs şeklindeki yuvarlak seramiklere gömüldüğü , zira sonradan yeniden doğacağına inandığından evinin bir köşesine konulan eserleri görüyoruz. Bu şehir Helenestik Roma ve Arap dönemi olarak defalarca yıkılıp kuruluyor. Her gelen kalıntıların üstüne başka taslarla kendi dönemini taşıyor.
Biblos deniz kenarı sayfiye şehri olduğundan yemeğimizi deniz kıyısında olan bir restoranda, Beyrut mutfağına ait mezeler eşliğinde balığımızı yiyoruz. Bu kadar yorgunluğun ardından otelimize dönüyoruz. Çünkü akşama Beyrut gecesine katılmamız için dinlenip hazırlanmamız gerekiyor.
Sema Büyüksıvacı