Rüzgâr, ince bir ıslıkla omzuna dokunup geçtiği anda, ne kadar süredir hareketsizce önündeki yeşil ovayı izlediğini anımsamaya çalıştı. Ne olmuştu da zihni mıhlanmıştı, neyi fark etmişti de öylece dalmıştı, kestiremedi. Bir anahtar bulmak için yeniden daldırdı gözünü ovaya, oltasına kırmızı kiremitli ve bahçesindeki ağaçlara baharın cömert davrandığı bir ev takıldı. Kiremitleri o kadar güzeldi ki, hani çocukluğunda süt dişlerini fırlattığı, önünden geçerken mutluluk kokan evler gibi. Mutluluk, öyle bir histi ki bazen kavrulan soğanın kokusunda, bazense bir annenin pencereden çocuğuna seslenişinde yakalanıverirdi. Oysa şimdi kimse onu yakalamasın diye mi çabalıyordu, yoksa gerçekten içerlerde bir yerlerdeydi de insanlar mı ulaşamıyordu bilemedi. Tek bildiği doğduğu andan beri kendisine hiç uğramadığıydı. Hep başka evlerde rastlıyordu ona, başka insanların atmosferinde.
Çocukluk ve gençlik yıllarında evlerinde vardı aslına bakarsanız, ancak onun değildi. Çocuklar mutlu olmalıydı ya hani, onların evinde yalnızca ağabeyinin hakkıydı mutluluk. O koklayabilirdi, kendisi değil. En akıllı ağabeyiydi, en örnek ağabeyiydi, en doğru olan ağabeyinin söylediğiydi, ağabeyinin yaptığıydı. Bazen anne-babasına ifade etmeye çalıştığı bir konuyla ilgili ağabeyinin ortaya savurduğu yargıların ardından konu kapanır, bir daha hiç açılmazdı. İçindeki oyunculuk yeteneğini geliştireceğini düşündüğü belediyenin tiyatro kursuna da yıllarca bu sebeple gidememişti. Neymiş efendim, particilik işlerine bulaşırmış, sonra da derslerine kendini veremezmiş. Hem öyle kurslarda erkekler kızlarla gönül eğlendirmeye gelirmiş. İki güzel söze kanan kızlar, aşkla meşkle uğraşırken bir de bakmışlar namusları elden gitmiş. Ayrıca buralardaki tiyatro eğitmenlerinin de sanat adı altında ne halt yedikleri belli değilmiş. Kardeşinin ve ailesinin namusuna dil uzatılmasındansa ölse daha iyiymiş. Her yeni girişiminde bir şekilde aynı çarka girerlerdi ve konuştukları konu bile, o hissiz çarktan çıkıp yıldızı bol geceye karışmak isterdi.
Bazı zamanlar annesini öpmek isterdi, sarılmak koklamak doyasıya. Annesi hep yorgun olurdu. Ancak ağabeyine karşı öyle miydi ya, hiç geri çevrildiğini görmedi. Sabah güzel sözcüklerle uyandırılmak ağabeyine yakışırdı.
“Paşam uyansın artık.”
“Güzel kokulu oğlum, sabah oldu.”
“Kahvaltı hazır, gözümün nuru.”
Sıra kendisine geldiğinde kuru bir “Kalk hadi!”
Birkaç kez annesine “Neden beni güzel sözcüklerle uyandırmıyorsun da hep ağabeyimi uyandırıyorsun? Üzülüyorum” dediyse de aldığı yanıt “Sen ağabeyini mi kıskanıyorsun? Ne zaman bu huyundan vazgeçeceksin?” olurdu.
Ne çok severdi un helvasını, kokusunda yüzmek isterdi. Annesi de güzel yapardı hani. Başkası helvanın ayarını onun gibi tutturamazdı. Pişirsin diye aylarca yalvarırdı da ancak altı ay sonra gönlünü edebilirdi. Oysa ağabeyinin bayıldığı irmik tatlısı her hafta yapılırdı. İrmik tatlısı piştiği gün erken kalkardı sofradan, tatlıdan yemezdi. Her bir irmik, tek atımda içini parçalayacak bir saçma gibi görünürdü gözüne. Yutsa acıdan boğulacakmış gibi düşünürdü. Gizli bir tepkiydi bu, evdeki hiç kimse hiçbir zaman anlamadı. Görülmemenin ruhtaki derin yarasını gözyaşlarına sığdırır, gözyaşlarına “Bulut ol, güneşe ulaş, kuru” derdi. Gökyüzü alsın gitsin isterdi bu hissi, mavisinde eritsin, dağıtsın.
Hani şu meşhur zaman makinesine bağlansa, dünyaya erkek olarak gelmesini sağlayacak o ilk ana dönerdi. Annesinin rahmine bir Y kromozomunun sürüklenmesini sağladığını, böylelikle tamamlandığını hayal ederdi. O zaman her şeyin daha farklı olacağına, anne-babasının onu daha çok seveceğine inanırdı. Gerçekleri kabul edip, yola devam etmesi gerektiğini bilirdi. Başka türlüsü çekilebilir miydi?
Kitaplarda babalar ve kızları arasında özel olan, efsunlu bir bağdan söz edilirdi. Bazı arkadaşları da anlattıklarıyla doğrulardı bu bağı. Neden onların evinde kurulamamıştı? Ne eksikti? Babasına dair en çok bildiği şey, ağız dolusu küfür ve hakaret; evde, sokakta saçlarından sürüklenmekti. Çok acırdı saçları, en çok da gururu.
Liseye geldiğinde saçlarını kısacık kestirdi, artık bir erkek çocuğundan farksızdı. Artık saçından tutamazlardı. Peki ya tokatların çaresi neydi? O anlarda gizli bir kahramana dönüşmeyi düşlerdi ya da görünmezlik peleriniyle ortadan kaybolmayı. Bir filmde görmüş, bizim evde de olsa diye iç geçirmişti. Babasının bu sinir nöbetleri hep ona denk gelirdi, hele ki alkollüyse. Her söylediğinden nem kapılırdı, bir de annesi ve abisi devreye girerse olmayan suçu katmerlenirdi. Kurstan eve yarım saat geç gelmesi, cep telefonundan ailesinin bilmediği arkadaşlarıyla mesajlaşması, misafirlerin yanında sohbeti açılan konuyla ilgili görüşünü söylemesi ve savunması, abisi su getirmesini söylediğinde getirmemesi… Gündem her şeyi kapsayabilirdi. Gündem, ailesinin ellerinde şekillenen bir oyun hamuruydu.
Neyse ki derslerinde çok başarılıydı. Okul müdürünün ve öğretmenlerinin gözdesiydi. Okuluna devam etmesi ve üniversite sınavına tam donanımlı hazırlanabilmesi için öğretmenleri ailesiyle düzenli olarak konuşuyorlardı. Yalnızca okulda kendi olabiliyordu. İçinde var olan bütün yeteneklerini gözler önüne seriyordu. Evde susturulduğunun iki misli okulda konuşuyordu. Kendini ifade ediş biçimi, örnek davranışlarıyla fark ediliyor, takdir görüyordu. Okul, geleceğe umutla bakmasını sağlayan tek yerdi.
Şiir okumayı çok seviyordu. Her gününü şiirle bitirirdi. Şairleri geceleri rüyalarına misafir eder, onları sözcükten dizeye anlamaya çalışırdı. Girdiği şiir okuma yarışmalarında çoğu kez il birincisi olmuştu. Dinleyenler, yaşayarak ve yaşatarak okuduğunu söylerlerdi. İçindeki hisleri doğru şekilde akıtmayı böyle sağlıyordu. Kıtalarca şiiri yüksek sesle ve doğru vurguyla okuyarak… Okurken kimi zaman ağlayarak, kimi zaman ağlatarak…
Gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Ovadaki tüm çiçeklerin ve bulunduğu tepedeki çam ağaçlarının kokusu içine doldu. Eşi benzeri olmayan bir nefesi misafir etti ciğerlerine. Sonra yavaşça bıraktı içine çektiği baharı. Tarifsiz izler bırakarak göğsünde gezinen bu kokuyu tanıdı, düşünün kokusu. Başarmıştı. Kimseye bağımlı olmadan, içinde iyiliğe ve güzelliğe dair yetiştirdiği ne varsa, hepsiyle birlikte hayatına yeniden başlayacaktı. Gerçekleştirmesi zor olmuştu. Ailesi, kız başına kilometrelerce uzakta olması istenmemişti. “Yakınlarında olmamı da istediklerini hiç hissetmedim ki” diye düşünmüştü. Ona göre artık kendi olmanın, zincirlerinden kurtulmanın tam da zamanıydı. Yolundaki taşları büyük emeklerle kaldırmıştı.
Şimdiyse atandığı bu küçük köy okulunda çocuklara okumayı, yazmayı, sevmeyi, sevilmeyi ve düşlemeyi öğretecekti. En çok da düşlemeyi… Bu okul, bu köydeki çocukların geleceğe umutla bakmalarını sağlayacağı bir yer olacaktı. İlk zil yarın çalacaktı ve mutluluğun kokusunu şimdiden alabiliyordu.
Duygu Yılmaz Hancılar