Kadim Latince mottosu der ki: Historia Magistra Vitae Est – Tarih, hayatın öğretmenidir . Fakat tarih gerçekten hayatın öğretmeni olarak görülebilir mi? Çocukluğumuzdan itibaren geçmiş olaylara karşı genel anlamda, evvel zaman içinde kalmış eski günlere karşı hürmet dolu bir korku hissini üzerimizde taşırız, insanoğlunun nesilden nesile aktarmaya azmettiği ve adına tarih dediği savaşları, devrimleri, katliamları ve her türlü kötülüğü öğreniriz. Aslında, insanoğlu, felaketlerin bitmez tükenmez bir şekilde birbiri ardına gelmelerinden hiçbir şey öğrenmemiştir. Fırsat ve suçluluk tarafından yönetilen korkuların hikayesini çocuklara aktarmanın anlamsızlığını artık görme zamanı gelmiştir.
Stefano D’Anna
Hayatın öğretmeni tarih midir ?
Dünyanın bütün okullarında ve üniversitelerinde, evrensel bir komplonun sonucu olarak, müfredatlar, insanlar tarafından yine insanlara karşı, gruplar ve ülkeler arasında da yine birbirlerine karşı açılmış olan bütün savaşların, yapılmış devrimlerin, katliamların ve her türlü kötülüğün anılarını zihinlerde taptaze tutmayı amaçlayan zorunlu bir dersi içerirler. Onlar, insanın çatışmacı zihniyetinin ve özgürlüğe, adalete, barışa, eşitliğe susamışlık kılıfındaki ve sıklıkla, Tanrı adına yapıldığı gerekçesiyle gizlenmiş olan yağmacı içgüdülerinin sonuçlarıdır.
Biliyorum ki, insanların çoğu, bu eski vizyonun kırıntılarının birazını kurtarabilmek ümidiyle, bu hatırlatıcılar olmadan, geçmişin hatalarını tekrar etmemizin önüne geçemeyeceğimizi söyleyerek itiraz edeceklerdir. Fakat düşünülmesi gereken şudur ki Birinci Dünya Savaşı ile aradan sadece birkaç yıl sonra gerçekleşmiş olan İkinci Dünya Savaşı arasında bir nesilden fazla fark yoktur. Gerçekte, insanlığın tarihi suçluluk dolu bir vizyonun hikayesidir ve onun en escort adana berbat kısmının maddeleşmiş halidir. Dünyadaki bütün okulların ısrarla yapmayı sürdürdüğü gibi bu sonu gelmeyen seri suçları hatırlamak, bizi ve özellikle genç zihinleri kirletmekten başka bir işe yaramaz.
Sahte bir gelecek
İnsanın içinde, geçmişi ayakta tutmak ve ebediyen yaşatmak isteyen en düşük seviyede bulunan bir parçası vardır. Hatta tam yerinde bir ifadeyle, insanoğlunun gerçek bir geleceği olmadığını, sadece kendini sürekli tekrar eden ve kendini sahte bir gelecek gibi her şeyin önünde tutan bir geçmişi vardır. İnsanlığı dönüştürebilecek veya kaderini değiştirebilecek olan geçmişteki hatıraların anıları veya deneyimleri değildir.
İşin gerçeği, insanoğlu, felaketlerin bitmez tükenmez bir şekilde birbiri ardına gelmelerinden hiçbir şey öğrenmemiştir. Bu kifayetsizlik, binlerce yıldır, medeniyetimizin neden sürekli felaket bir kader tarafından mimlendiğini ve türümüzün geleceği hakkında hiçbir düş veya bir tane bile iyimser bir film veya roman örneği olmazken, sadece karşı ötopyanın, vahiysel tasvirlerin, sonu gelmez savaşların, yıkımların, kötü talihin ve felaketlerin, kehanetlerin yer aldığı film ve romanların olmasının sebebini açıklar. Aldous Huxley tarafından yazılan Brave New World romanında, Orwell tarafından yazılan 1984’te, Ayn Rand’ın “Ben” adlı eserinde, veya Bıçak Sırtı gibi filmler tarafından keşfedilmiş temalar, totaliter bir topluma ve bireyselliğin kaybına dair kehanetlerdir. Geleceğe yönelik tahminlerimiz, korkularımızın nefesini ensemizde hissettirebilen psikolojik zulümleri gördüğümüz kabuslarımızı, müthiş fabrika ürünü cihazların ve evrensel tekellerin baskıcı gücü tarafından yönetilen bir dünyanın yansımalarıdır.
Tarihi olaylara daha yüksek bir bakış açısından baktığımızda, savaşların ve devrimlerin, mücadelelerin ve işkencelerin, imparatorlukların yükselişlerinin ve çöküşlerinin, olumsuz hayal gücümüzün, kendi kendini gerçekleştiren kasvetli kehanetlerimizin maddeleşmiş yansıması olduğunu görürüz. Artık, tüm bunları, evrensel bir süpürgenin gözünden kaçmış olan tozlar gibi görmenin zamanı geldi. Geçmiş̧ tozdur. İnsanın bütünlüğe giden yolda yeni duyulara; altıncı duyusu olan sezgiye ve yedinci duyuya; ‘düş’e kendisini teslim etmesi gerekir.
Kaderimizi değiştirebiliriz, hatta geçmişimize tekrar dönebilir ve mazimizi de değiştirebiliriz. Fakat bu, kitlelerle başarılamaz. Sadece birey, kendi dönüşümünü sağlayarak bunu başarabilir. Geçmiş ve tamamen geride kalmış zamanlara karşı sevgimiz ve ruhsal açıdan sağlıklı olmayan takıntılı halimiz, bizi, çocuklarımıza, suçlu mazimizin temsili olan geçmişimize doğru miskin bir bağlılıkla birlikte, edebiyat, sanat ve müzik gibi olağanüstü güzel olayları, düşünce ve dönemlerin yapay kalıpları içine hapsetmeyi öğretmeye yöneltiyor.
Eski Hikayelere ve Masallara Dönersek
Zihnimde bu düşünceler dolanıp dururken, çocuklara tesadüflerin ve suçluluğun başrollerde oynadığı bir hikayeyi anlatmanın anlamsızılığını düşündüm.
Suçlu geçmişimizi tedahülden kaldırmalıyız veya en azından ondan öyle utanmalıyız ki; çocuklarımızdan saklamalıyız ve bununla beraber, eski insanlığın efsaneleştirdiği ve daha sonraki nesillere büyük yardımseverler ve kahramanlar olarak aktardığı bütün suçlulardan kalma anıları da onlardan saklamalıyız.
Savaşlar, çatışmalar ve her türlü kötülük konusunda insanlık o kadar zengin ki, bu olaylar doğal ve kaçınılmaz olarak kabul edildi ve hiç kimse bunların çocuklara aktarılması konusuna karşı çıkmadı. Bu, evrensel hale gelmiş olan inanç ve beklentilerin oluşturduğu bir sistemin sonucudur.
Onlara, geçmişin toz olduğunu nasıl daha iyi anlatabilirdik ve üflersek uçup gideceğini nasıl daha iyi öğretebilirdik. Onlara tekrar gizemler dünyasının sanatına ait olan mitolojiden, efsanelerden ve eski masallardan bahsetmeliyiz. Gizlerken, ortaya çıkartma sanatını anlatmalıyız. İnsanlığın bu çaresiz halinin bir açıklamasını araştırmaya yönelik çalışmalarımda, masalların ve efsanelerin, tarihten çok daha fazla doğruluk içerdiğini keşfettim. Özellikle, en aydınlatıcı ve en ilham verici fikirleri, bazı efsanelerde ve çocuklar için yazılmış olan bazı masallarda buldum ki bunlardan birkaçını sizinle de paylaşmak istiyorum.
Buda’nın Eğitimi
Genç Buda’nın eğitimi hakkında öyle bir efsane vardır ki bugün hala gelmiş geçmiş en eğitici hikayelerden birisi olarak yerini korumaktadır. Bu hikâye, aynı zamanda ilkokuldan başlayarak bütün eğitim sistemimize ilham kaynağı olabilir.
Buda’nın babası oğlunu her türlü aşağılaşma bilgisinden, sınırlılık kavramından ve geçmişle beraber güncel hayatında korku ve suça dair her türlü hikâyeden, sahneden ve hatta haberlerden korumak istiyordu. Genç prensin sürekli olarak neşe, güzellik ve zenginlik tarafından çevrelendiğini garanti altına almıştı. Bunun devamı için, saraydaki görevlileri sürekli olarak değiştiriyordu ve oğluyla ilgilenen ve ona verilen her haberi titizlikle filtreleme ve en ufak bir olumsuzluk atomunun bile prense erişmesine izin vermeme konusunda kesin talimat almış olan hizmetlileri çok dikkatli olarak seçiyordu. Kendisi ise, genç Buda’nın vizyonuna hastalığın, yaşlanmanın ve ölümün girmesini engellemek için yüzüne makyaj yapıyor, saçlarını ve sakallarını boyuyordu. Buda’nın babası, dünyanın betimlemenin önemini anlamıştı ve vücut ile zihin üzerindeki inançların gücünü biliyordu.
O, genç Buda’nın, sonsuzluğun eğitimini alabileceği bir Okul, ölümsüzlük üzerine bir eğitim hayal edip tasarlamıştı. Hastalığın ve yaşlanmanın defedildiği, çatışmalardan ve her türlü kötülükten özgür bir dünyayı düşlemiş, oğlunu elinden geldiği kadar onlardan korumaya adamış ve bunun için her türlü çabayı sarf etmiş bir kral, insanlığın bilgelerinden ve insanoğlunun eğitim tarihindeki en cesur öncülerinden birisi olarak anılmalıdır.
Bu geleneğin, onu bir kral, gerçek ve tahtına yakışan bir insan yapması şans eseri değildir. Onun efsanesi, Olimpos’un en büyük kahramanları arasında Prometheus’un yanında yer almayı hak eder.
Uyuyan Güzel
Herkesin ‘Uyuyan Güzel’ olarak bildiği bir masal vardır, fakat aslında orijinal ismi ‘La belle au bois dormant’dur. Yani, Uyuyan Orman’daki Güzel. Görünüşte başlıktaki bu fark önemsiz bir detay olarak gelebilir. Tıpkı, insanlığın nesilden nesile aktardığı bütün harika masallarda olduğu gibi, bu küçük şeyde de gizli bir bilginin hazinesi saklıdır. Uyuyan orman, bize anlatılmış olan, yoksulluk ve çatışmalar tarafından hastalanmış, hipnotik bir uyku içine mühürlenmiş dünyadır. Güzel; iradedir. Eğer irade, tıpkı birey olmaktan ve özgün olmaktan yoksun insanlık gibi uyumuşsa, biz de uyuyan ormanın, kalabalığın bir parçasıyız demektir. Sıradan insanda, irade yok değildir, ancak zihinsel ve duygusal yıkıntıların katmanlarının altına gömülmüştür. Bilinmeyen bir varış noktasına doğru sürüklenmektedir, onun gözlerinde, bulunduğu halden çıkmak için gereken herhangi bir çabayı yapmaya ve kendi eşsizliğini arama direncini görebiliriz. Okullardan, ebeveynlerinden ve öğretmenlerinden dünyanın detaylı bir tanımını, adeta psikolojik bir üniformayı almıştır.
Uyuyan Güzel’in hikayesi, Kendi’nin, ‘düş’ ün tekrar uyanmasının bildirimidir. Genç insanların, yeni nesillerin, eski paradigmaları başaşağı etmesi ve gerçekliğin yeni vizyonuna adım atmasıdır.
Bir insanın diğerlerine yapabileceği tek yardım, kendisini bu rüyadan uyandırmaktır.
Küçük Prens
Bizim bildiğimiz şekliyle sıradan insanlar, Küçük Prens’in ziyaret ettiği küçük gezegenlerdeki yalnız sakinler gibidirler. Her biri yalnız, kendi dünyasına hapsolmuş, kendi rolünün mahkûmu olmuştur. Kibrin ve benmerkezciliğin balonuna sıkışmış, hatta çalışma kavramı tarafından hipnotize edilmiştir. Seçmediği yerlerde ve seçmediği insanlarla istemediği bir işi yapmaktadır.
Saint-Exupery’nin meşhur romanında, diğerleri arasında işini yönetirken, insanın açgözlülüğünün ve hırsının canlı, hiciv niteliğinde bir portresi yer almaktadır. Küçük Prens, evreni keşfetmek için küçük gezegenini terk ettiği zaman, ziyaret ettiği küçük gezegenlerden biri bir iş adamına aittir ki bu karakter, insanın içinde bulunduğu halin anlamsızlığını ve saçmalığını betimlemek ve sembolize etmek için şimdiye kadar en iyi şekilde yaratılmış karakterlerden birisidir.
Küçük Prens onu bulduğunda, durmaksızın, sahip olduğunu sandığı yıldızları saymakla meşguldür. Daha fazla yıldız satın almak için onları menfaatine kullanmak istiyordur. Prens ona, neden yıldızlara sahip olamayacağını anlatmaya çalışır: Bir insan sadece sorumlu olduğu, sevdiği ve önem verdiği şeye sahip olabilir. İşte bu yüzden, iş adamı yıldızlara sahip olamazdı.
Pinokyo
Evrensel olarak edebiyat, Aristofane’den Beckett’a kadar müthiş romancılarla dolu olmasına rağmen, belki de hiç kimse yazılarında daha çok Collodi takma adı ile bilinen Carlo Lorenzini kadar zeki, ironik veya gözlerden uzak olmadı. Kitabı Pinokyo, dünyada en çok okunan kitapların başında gelir. Bunun sebebi ise; bir gün Lorenzini’nin korkunç ve acı bir gerçeği keşfetmiş olmasıdır: insanlar biyokimyasal kuklalardır ve insanlık, görünmez ipler tarafından oynatılan milyonlarca görünmez kukladan oluşmaktadır. İnsanların kendilerine tatsız gerçekleri meydana dökenlere ne kadar vahşi olabileceklerini bilerek, sağduyulu bir şekilde, kelimelerin kifayetsiz kalacağı bir keşif yaptı, onun muthiş sırrı, bir çocuk hikayesinin altında dünya edebiyatında bir masal olarak maskelenmiş olan en büyük ve en cesur gizemli metindi.
Kinayeli ve uyumlu havasının ve eğitici tarzının ardında, bu dünyaca ünlü kuklanın hikayesi aslında, sahteliğin dinamiklerine çok alışkın oluşumuzdan dolayı kendimizden hala gizlediğimiz zayıflıklarımızı ve iki yüzlülüğümüzü açığa vurmaktadır. Başkaları söz konusu olduğunda söylediğimiz yalanın yanımıza kar kalacağını düşünebiliriz, ancak kendi vicdanımız açısından hiçbir zarar görmeden bu işten kurtulmamız mümkün olamaz; bu bizim kendi içimizi okuyan bir parçamızdır, bu yüzden bizler için ne huzur ne de rahatlık… Sadece sonsuz bir işkence vardır.
Yalancılık, hayatımız boyunca üzerine ‘eğitilmiş’ olduğumuz, varlığımızın kalıcı bir durumudur. İnsan yalancıdır ve her şeyden önce kendisine yalan söyler. Dünyada yaşanan olayların bir parçası olan yoksulluk, savaş ve hastalık, doğduğumuz andan itibaren bizi sarmalayan içsel kavgalarımız sonucundan başka bir şey olmayıp burada eksiksiz şekilde yorumunu yaptığımız kati ve şaşmaz metnin hayata geçmiş halidir. Yalanı bırakmak demek onu kendi özümüzde gözlemlemek ve gözlemimiz sonucunda da kökünden kazıyıp atmak demektir.
Stefano D’Anna,
Çeviri: Sinedie Yayınları, Nehir Ötgür tarafından sunulmuştur.