Hatay’da Sönen Işıkları Yeniden Yakmak- Mansur Karakoç Röportajı

Onu, Ankara ve Çorum’a doğru Hitit Uygarlığı’nın izlerini sürdüğümüz bir gezide profesyonel tur rehberi olarak tanıdım. Bir insanı gezide tanıyacaksın derler ya, aynen öyle. Hemen kaynaşan, kaynaştıran hümanist yapısıyla Mansur’un klasik bir tur rehberi olmadığını rahatlıkla dile getirebilirim. Gezilen yerleri örf, âdet, inanç, müzik, gastronomi dahil olmak üzere yaşamın her katmanıyla irdeliyor, tanıtıyor ve önünüze koyuyor. Sizi her manada seyahate çıkarıyor. Adeta o kültürü yaşatıyor. Onu farklı kılan, yapmış olduğu her şeye “ruh” katıyor olması. Özellikle her şeyin tekdüze, son sürat yaşanılıp tüketildiği günümüz dünyası için bence bu bile başlı başına bir değer.

Bunun yanında; öğretim görevlisi, radyo programcısı gibi sayısız uzmanlık ile müzik, yemek, antropoloji gibi bir sürü ilgi alanını aynı potada ustaca harmanlamayı becerebilmiş biri Mansur. On parmağında on marifet olan, eskilerin deyimiyle nevi şahsına münhasır bir kişilik. Tek kelime ile tanımlayacak olsam, ehlikeyif derim. Ee boşuna değil, kurmuş olduğu seyahat organizasyonunun adının KeyifKurdu Gezi Kulübü olması.

Elbette onu daha da anlatmak isterdim, lâkin konumuz mühim. Çok büyük bir afet yaşadık, acımız taze, milletçe başımız sağ olsun, hayli zor günlerden geçiyoruz. Ve depremzedeler için ne yapsak az…

Sevgili Mansur, izninizle direkt konuya gireyim. “Hatay’da Sönen Işıkları Yeniden Yakmak” fikri nasıl ortaya çıktı? Bu nedir, bir platform, niyet?

On yıllardır sürdürdüğüm mesleğim, kültürel rehberlik nedeniyle deprem bölgesi ile çok yoğun ilişki, iletişim içindeyim. Ailemin köklerinin Diyarbakır olması bir yana, her yıl onlarca kez bölgede gastro kültürel geziler yapıyorum. Şubat ve mart ayında Antakya, Antep ve Urfa’ya planlı gezilerimiz vardı. Binlerce insanı gezdirip tanıttığım, sokaklarında hikâyeler anlattığım, yerel lezzetlerini tattığımız, her zaman misafirperver, güleç yüzlü insanlar ile tanışıp konuştuğumuz kentler, mekânlar yıkıldı, yok oldu. Dostlarımız, tanıdığımız insanlar enkaz altında kaldılar.

Onlarla birlikte birçok ustalık, zanaat, el emeği, bilgi, tecrübe de enkaz altında… Kentlerin belleği, kültürü, gelenekleri yok olmak üzere; bu konuda beni en derin yaralayan ise Antakya oldu. Depremle birlikte, Hatay’ın kaybolma tehlikesi altında kültürel ögelerini korumak, yaşatmak, geleceğe aktarabilmek için ne yapabiliriz düşüncesi ile motive olduk. Kültürel değerleri yaşatmak için bir çalışma grubu kurduk, büyümesi gereken bir platform, bir sivil inisiyatif olsun istedik.

 

Şimdilik ne gibi aşamalar kaydettiniz? Gelinen nokta nedir? Bundan sonrası için planlar neler?

Depremden 40 gün sonra bile – doğal olarak – akut sorunlar ve yaşamsal ihtiyaçları çözmek için hala uğraşıyoruz. Bu süreç normal ama bir süre sonra daha geniş bir açıdan bakarak Antakya’nın binlerce yıllık kadim kültürünü nasıl yeniden ayağa kaldırırız diye düşünmek gerekecek.

Binalar, yapılar bir şekilde yerine konur ama insani değerleri, somut olmayan kültürel varlıkları korumak yaşatmak çok daha zor. İşte bunun için şimdiden bir yol haritası oluşturmak gerektiğini düşünüyorum.

Hatay özelinde konuşuyoruz ama tüm bölgenin kültürel mirasını, somut ve daha da önemlisi somut olmayan kültürel mirasını ve ortak belleğini tanımlayıp bunun unsurlarını kayıt altına almak ilk adımlardan birisi olmalı. Düşünsenize Antakya’da, ipek dokumacılığı, defne yağı ve sabunu üretimi, serpantin taşı işçiliği, oymacılık gibi onlarca el sanatları alanında ustalar vardı. Uzun Çarşı’da eski usul bakır sahanda kadayıf döken belki sekiz, on usta kalmıştı, kerebiç tatlısı yapan, çöven köpüğü yapmasını bilen birkaç usta vardı -bu ustaların bir kısmı göçtü / kim bilir kaç tanesi hayatta kalabildi. Hayatta kalan ustaların bulunması, farklı konularda sözlü tarih çalışmaları, nehir söyleşiler, video kayıtları yapılması gerek. Bu alanlarda geçmişte yapılmış çalışmaların bilgi ve belgelerin derlenmesi -büyük bir arşiv oluşturulması da- çok önemli.

Sonrasında, bu zanaatların korunup, yerinde yaşayabilmesi, devam etmesi için projeler yapılmalı, uzun soluklu ve sürdürülebilir bir eğitim programı hazırlanmalı, ustaların organize edilerek eğitim verebilmeleri ve genç çıraklar yetiştirmesi sağlanmalı, bu eğitimleri için yer, altyapı, atölye vs. kurulmalı, bilgi ve beceri kazandırılacak gençler için yerelde üreterek var olabilecekleri ekonomik habitat kurgulanmalı… Tüm bunları birkaç cümlede söylemek kolay ama yıllarca sürecek çok katmanlı projeler yapılması gerekiyor. Tabii ki kamu, yerel yönetimler, eğitim kurumları ve STK’lar gibi farklı birimlerin iş birliği olmadan sağlıklı ve kalıcı bir proje üretilemez.

Henüz, çok başındayız sürecin, bu konularda yeterince farkındalık bile yaratabilmiş değiliz.

Bütün bunlar içinde, Antakya’yı özel yapan özellikleri neler?

Kuran-ı Kerim’de (Yasin suresinde) adı geçen şehirlerden birinden bahsediyoruz. İncil’de (Elçilerin İşleri kitabı) İsa’ya inanan cemaatin ilk olarak “Hristiyanlar” diye burada adlandırıldığı bir kent. Roma çağlarında dünyanın üçüncü büyük şehri olmuş Antakya ve en eski Yahudi cemaatlerinden birisini barındıran bir şehir. Ermenisi, Arabı, Türkü, Kürdü, Suriyelisi büyük bir potanın içinde ama erimeden -kendi kimliklerini koruyarak yaşıyorlar.

Nusayriler (Arap asıllı Aleviler), Türkmen Alevileri, Gregoryenler, Nasturiler, Ortodokslar, Sünni Müslümanlar.  Tüm bu alt kültürlerin gelenekleri, bayramları, yemekleri birbiri ile iç içe geçmiş. Yüzyıllardır bir arada yaşamış, giyim kuşama, şarkılara, sofraya yansımış. Günümüzde bile capcanlı yaşamakta.

Zenginler mahallesinde yürürken, birkaç yüz metrelik bir alan içerisinde üç semavi dinin unsurlarını ve farklı mezheplerin yapılarını bu kadar iç içe, yan yana barındıran çok az kent var dünyada. Minareler, kubbeler arasında 3 farklı Hristiyan mezhebine ait kiliseleri, sinagogu, kutsal makamları, cem evlerini birlikte görünce etkilenmemek mümkün değil.

Düşünün ki aynı gün içinde Anadolu’nun ilk camilerinden birisini ziyaret ediyorsunuz, birkaç adım sonra, günümüze kalan 10 kişilik Musevi topluluğun bir üyesi Harun Cemal Bey ile havrada sohbet edip, oradan Katolik kilisesi görevlisi (25 yıldır Antakya’da yaşan) İtalyan Peder Domenico ile tanışıp onun gözünden farklı inanç topluluklarının nasıl huzur içine yaşaması gerektiğini dinliyorsunuz. Protestan kilisesinin, Koreli din adamı Yakup Chang ile en çok sevdiği Antakya yemekleri üzerine sohbet edip ardından Ortodoks kilisesinde bir görevli ile tanışıyorsunuz. Size, “Farklı mezheplerde olmamıza rağmen, her hafta pazar ayinini farklı bir kilisede buluşarak yapıyoruz, sonuçta aynı Tanrı’ya dua ediyoruz,” diyor. Oradan ayrılıp, kısa bir yolculuk ile Samandağı’nda yaşayan tek Ermeni köyü Vakıflı’da, köylü kadınların ürettiği meyve likörünü tadıp yaşadığınız kültürel bombardımanı sindirmeye çalışıyorsunuz.

Bölgenin ve Hatay’ın, Antakya’nın sende özel bir yeri var biliyorum, biraz da bundan bahseder misin?

Olmaz mı? Benim anlatmaktan, gezmek ve gezdirmekten en çok haz aldığım kentlerin başında gelir. Bölgenin on binlerce yıllık tarihi ile katman katman biriken değerlerini, yirmi dört asırlık muhteşem bir antik kent olan Antakya’nın çok kültürlü yapısını anlattığım tüm misafirler büyülenerek yaşıyordu kenti. Az önce anlattığım tüm alt kültür ve inanç gruplarının hayatlarına dokunabildiğiniz bir şehir burası. Binlerce yıllık tarifleri, yemekleri keşfedebileceğiniz, basit geleneksel yöntemlerle hazırlanan malzemeleri sokaklarda ustasının elinden tadabildiğiniz bir yer. Aynı melodilerin farklı dillerdeki şarkı sözleri ile çalınıp söylendiği topraklar burası.

Vakıflı’daki kilisenin bahçesinde, ağustos ayında Meryem Ana bayramında, yedi dev kazan içinde kaynayan yemeğe Hrisi (Herise) denildiğini, çok benzer şekilde Gadir-i Hum kutlayan Aleviler için bayram günü Aşşur adıyla kazanlarda piştiğini, düğünlerde, taziyelerde dağıtılan kiminin dövme dediği ve bizim kadim keşkek ile aynı yemek olduğunu keşfedince şaşkınlık ile birlikte bir hüzün kaplıyor içinizi. Boğazınız düğümleniyor, tarih boyunca ve halen günümüzde yaşanan bunca kavga, çatışma niye, diye düşünüyorsunuz.

Görüyorsunuz, kardeşçe sevgi saygı içinde birlikte var olmak o kadar da zor değil…

Bu duyguları yaşayabildiği bir yerle nasıl özel bir bağ kurmaz insan?

Adeta önceki yaşamlarımdan birinde (varsa tabii böyle bir durum) has Antakyalı olarak yaşamışım gibi hissediyorum.

KAPATIRKEN

Dileyen Martı Dergisi okuyucuları ne gibi katkılarda bulunabilirler? Size nasıl ulaşsınlar?

Bu projeye ait özel bir iletişim kanalı oluşmadı henüz; ancak benim kişisel Instagram hesabım (Rehber Mansur Karakoç) üzerinden DM mesaj ile veya kurumsal e-posta adresimiz olan info@keyifkurdu.com üzerinden iletişim kurabilirler. Yukarıda bahsettiğim konularda oluşacak projelerde yer almak isteyen, küçük büyük demeden katkı sağlamak isteyecek herkese kapımız açık.

Son olarak, deprem sonrası bizlere hayata dair bir mesaj vermek istesen…

Zor bir soru, biliyorum büyük bir yıkım, acı yaşıyoruz; küçücük paylaşımlar bile bazen derin yaralara merhem oluyor. Toplum olarak muhteşem bir dayanışma örneği sergiliyoruz.

Çok zor bir süreç ama Antakya bu felaketi tarih boyunca birçok kez yaşamış, her seferinde küllerinden yeniden doğmuş, ayağa kalkmış… Daha da güçlenerek yeniden var olmuş… YİNE YAPMALIYIZ, YAPACAĞIZ aynı şeyi… Işıkların sönmesine izin vermeyeceğiz.

Şeyda Bodur

 

Önceki İçerikSessizliği Aramak
Sonraki İçerikBir Küvet Buzlu Su ile Gelen İyilik Hali
Şeyda Bodur
Kendini anlatmak dünyanın en zor şeylerinden biri bence. Sürekli değişip dönüşürken, yaşam biteviye bizi şekillendirirken, sahi ben kimim? Değişmezlerim var mı, varsa neler? Dilerseniz beni yazılarımdan sizler tanıyın. Yine de beni heyecanlandıran kavramlar ortaya bırakayım, birer ipucu niteliğinde; Akdeniz, çiçekler, iletişim-İkizler burcu, Boğaziçi üniversitesi, kız kardeş, hak-miras, nezaket, ilk yaz, disiplin-aylaklık, Türk kahvesi, demli çay-simit, kiraz-karpuz, keyif, keşif, denge, dönüşüm, mistik, holistik, seyahat, sahici paylaşımlar, samimi sohbetler... Burada sadece yazmaktan ve okumaktan bahsetmek istiyorum. Neden mi yazıyorum? Biliyorum bencilce olacak, herşeyden önce bana iyi geliyor. Düşüncelerim netleşiyor, duygularım alan buluyor, sakinleşiyorum, sadeleşiyorum, “O”lanla hizalanıyorum, kendimi ifade ediyorum, üretiyorum, yaratıyorum, yüreğimi ortaya koyuyorum, yaşama katılıyorum, meydan okuyorum, “ben de varım” diyorum, belki ortaklık arıyorum ve daha nicesi...Satırlara sığmaz. Neden mi okuyorum? Sözü bir Usta’ya bırakmak istiyorum izninizle, ne bir kelime eksik ne bir kelime fazla... “Bütün iyi kitapların sonunda, bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda, meltemi senden esen, soluğu sende olan, yeni bir başlangıç vardır…” Edip Cansever