Hisli Ayraç

Hoşlandığı kadınla bir kafede buluştu ve sohbet etmeye başladılar. Tanımak için kadınların bileklerini kavrayan adam, o gün ilk defa karşısında oturan kadının sadece bileğinden değil elinden de tuttu. “Onun yanında, o anda ve orada tüm varlığınla olmak” diye bir dokunuş olduğunu anlıyor insan bu sahneyi izlediğinde. Karşısındaki kadının bedeni, yüzü, nasıl göründüğü, yaşı, maddi durumu değildi önemli olan, karşıdakinin ne hissettirdiğine baktı adam. Kadın ise adamın gözlerini kalbinde hissetti.

Ruh birlikteliğinin somut bir anlatımı gibiydi orada yaşanan. Hiç görmediği mekânın penceresinin önünde bir çiçeğin üzerine konan kuşun kanadını hissedecek kadar o anın içinde olmaktı belki de bir arada olmak.

Amerikalı blues ustası, müzisyen Ray Charles’ın hayatını anlatan Ray adlı filmin bir sahnesinden bahsediyorum. Hiç görmeyen, göremeyen ama tüm organlarıyla bakan, ruhuyla her açıyı hisseden bir bakış ustası. 2004 yapımı, Ray Charles’ın hayat hikayesini anlatan bu filmi izledikten sonra, görmek için sadece gözlere değil, hisseden bir ruha, bedene ihtiyacımız olduğunu daha iyi anladım.

Ray Charles’ın filmini izlerken “bunu keşke yapmasaydın be usta” dediğim yerler de oldu ancak, bazen büyük uyanışlar tam da o uç noktalarda yaşanmaz mı zaten? Filmi izlerken çok etkilendiğim sahnelerden biri de küçük yaşta kör olan oğlunu hayata hazırlayan annenin çabalarıydı.

 

Merhamet mi, acımak mı? Evlatlarımıza hangi duyguyla bakıyoruz? Onların her istediğini yerine getirerek, düşmesinler diye neredeyse minder destekle yürümelerini sağlayarak, en ufak bir eleştiriye yerlerine müdahale ederek onları hayatın engebeli yollarına, zor eşiklerine hazırlamış oluyor muyuz? Yani sevdiklerimize karşı gerçekten merhametli miyiz? Film, cesur yürek bir annenin evladı için verdiği mücadeleyi ve gösterdiği merhameti anlamak için bile izlenmeye değer.

Görebiliyoruz ama görmüyoruz. Kulaklarımız var ama dinlemiyor ve duymuyoruz. Durmuyoruz. Hayatın içinden hızla geçiyoruz. Evde, işte, sokakta, her yerde ve her koşulda anlık yaşıyoruz ama anı yaşamıyoruz. Tüketiyoruz. Sohbeti, şarkıları, şiirleri, sevdiğimizin gözlerindeki anlamı, dokunmadan yaşıyoruz. O anda orada tüm varlığımızla orada olmadan, aldırmadan. Aslında biz her sabah hem kendimizi hem de bizimle olan her şeyi yok sayıyoruz.

Sahip olduğumuz çoğu şeye aldırış etmeden yaşıyoruz. En çok da kendimizi sona bırakıyor, aldırmıyoruz. Çocuklarımızın mutlu, huzurlu ve kendini seven insanlar olmasını istiyor ama kendimiz telaşla ve huzursuz yaşıyoruz.

“Çocuklarını iyi yetiştirebilmek için önce kendini yetiştir” der Nietzsche, Nietzsche Ağladığında adlı filmde. Belki de en çok film seyrederek, kitap okuyarak ve kendimize zaman ayırarak yani içimizden yükselen o sese kulak vererek, kendimizle göz göze gelerek başlamalıyız yetişmeye. Kendimizi anladığımızda, eksiklerimizi, ihtiyaçlarımızı görebildiğimizde yanı başımızda bize çipil gözleriyle bakan hayatı, sevdiklerimizi, yalnızı, muhtacı, bebeği, yaşlıyı her şeyi daha iyi göreceğiz.

Özellikle her sabah uyandığımızda hediye paketi gibi açtığımız gözlerimizi ve varlığına alıştığımız, orada olduğunu bildiğimiz ama hissetmediğimiz ne çok şeye sahip olduğumuzu göreceğiz.

Her sabah “Günaydın” dediğimiz komşumuz, “Nasılsın?” diyerek arayan dostumuz, kahvaltı hazırlayan eşimiz, kardeşimiz, penceremize konan güvercinler, üzen, sevindiren, kızdıran, hırslandıran, motive eden insanlar, kitaplar, müzikler, sosyal medya, günaydın mesajları, paylaşımlar… Acaba olmasalardı ne olurdu? Ya da biz hiç olmasaydık, doğmasaydık, dünyaya gelmeseydik ne olurdu? Hiç yaşamamış olduğumuz bir dünyaya uzaktan baksaydık, nasıl hissederdik acaba?

Dün gece bir dostumun tavsiyesi üzerine izlediğim Şahane Hayat adlı filmi, tüm bu sorulara muazzam bir cevap oldu.  İflasın eşiğine gelen ve hayatından vazgeçmeye hazırlanan bir adamın George Bailey (James Stewart) yaşadığı farkındalığı anlatan bu filmi izlemeyenleriniz varsa öneriyorum.  Hatta izleyenler tekrar hatırlamak için bir kez daha izleyebilirler. Bazen bildiklerimizi hatırlamaya ihtiyacımız olabiliyor.

Daha çok bir arada olmalıyız. Kendimize de başkalarına da zaman ayırmalıyız. Etrafımızda olan biten her şeye aldırmalıyız.

Doğanın ve doğalın içinde kendimize gelene kadar durmalıyız.

Aklımızı başımızdan atıp, elimizi kalbimize koymalıyız. 

Sevgimizi özgürce sunmalıyız. Bundan korkuyorsak, korkumuzun sebebini bulmalıyız. Biri diğerini sevdiğinde, “sevdi yine şapşal” ya da “kaçan kovalanır oğlum/kızım” seslerinin kime ait olduğunu bulmalı, o sesin altını derhal kısmalıyız.  Düşünmeliyiz hem de hemen acil mola yaratarak, iş gibi çalışarak, mesai harcayarak, “utanmadan sevmenin” yollarını projelendirmeliyiz. Daha çok sevmeli, sarılmalı, konuşmalı, dinlemeli ve anlamalıyız. Stratejilerden, öğrenilmiş çaresizliklerden, dayatmalardan, kalıplardan, kibirden uzakta yani hissederek yaşamalıyız.

Sadece kendimizin değil ötekinin de varoluşunun bizim için önemli olduğu bir hayata açalım gözlerimizi. Rollo May, Aşk ve İrade adlı kitabında Hadley Cantril’in bildirisinde yer alan ve aklın ötesine ulaşan, “hissediyorum, o halde varım” sözünden bahseder ve ekler; hissetmek kişiye söz verdirir ve hareketi sağlar.” O halde, ölmeden önce yapılacaklar listesinde yer alan her şeyin yanına, ‘hissederek’ yazmanın tam zamanı.

Hisseden, sezen ve isteyen, düşünen ve yaşayan insanlar, kitaplar, filmler, müzikler kılavuzumuz olsun. Sevgili, dost, arkadaş, evlat ya da yeni tanıştığımız biri, kim olursa olsun, tam o anda orada olalım. Tüm varlığımızla orada olduğumuz ve birbirimizin gözünden özüne yansıdığımız nice anlar biriktirelim. Heidegger, “İstemek, özgürleştirilmiş aldırıştır” der. O halde iyiye, güzelliğe, özelliğe, farklılığa, sevgiye özgürleşmediğimiz bir anımız bile olmasın.  Kahve’yi öyle bir içelim ki dostumuzla, o anın hissi hafızamızdan kırk yıl silinmesin.  Sevgilinin yanına öyle bir varalım ki ne sen kalsın ne de ben; tek bir ruh olalım.  Yıllar sonra o mevsimi gösterdiğinde takvim, gözlerimiz hislensin, yaşama hisli gözlerle bakalım. Hayatı sadece bileğinden değil, yüreğinden de kavrayalım. Öyle bir dokunalım ki birbirimizin ruhuna, buradan torunlara yol olsun.  Yaş almaya, yaşlanmaya takılmayalım, hissiyle yaşadık mı ona bakalım. Kırış kırış olsa da yüzümüzün her karesi, gözlerimizin ışığı bir ayraç gibi dursun tam anlamın üstünde ve onlar anlatsın geleceğe asıl hikâyeyi.

Sevilay Acar

Önceki İçerikYerel Seçimlerde Kadın Adaylar Yine Görmezden Gelindi
Sonraki İçerikOkurun Gözünden: Gergedan ‘Büyük Küfür Kitabı’ Mine Söğüt
Sevilay Acar
Öğrenim Üyesi / Okur- Yazar. En büyük deneyimim çocukluğumda oynadığım oyunlar ve kurduğum hayaller oldu. Her ne yapıyor olursam olayım, iki etken her zaman yolumu belirler: hayaller ve dualar. Çocuk merakı ve heyecanıyla öğrenmeye çalışıyor, okuyor, yazıyorum. Babalardan Babalara adlı bir röportaj kitabım var. Babaların ayak izlerinden oluşan ve hikayeleriyle iç dünyaya yolculuk yaptıran bir kitap olduğunu düşünüyorum. Yolculuğu seviyorum çünkü her şeyin yolda şekillendiğine inanıyorum. Bu yolda en çok da öğrenciyim; kapsayan, içine alan, öğrendikçe çoğalan ve var olan. Karşılaştıklarımı, hissettiklerimi, öğrendiklerimi yazarak paylaşmaya çalışıyorum.