Almanya’da akrabaları da vardı. Çok yakınında olan ve kocanın akrabası olan Ali Raşit’ten yardım istedi. Ali Raşit ve Raşit uzun yıllar aynı işyerinde çalışmışlardı. Bir gece misafir ettikleri Ali Raşit ve karısına durumu anlattı. İçindeki kurdu da, içini nasıl kemir kemir çürüttüğünü de anlattı.
Ali Raşit ve karısının yüzlerinin bir anda düştüğünü gördü. Sanki bir şeyler biliyorlar ve saklıyorlar diye şüphelendi.
“Bir şey biliyorsanız, Allah aşkına söyleyin,” dedi.
Ali Raşit, başını öne eğdi, sesini alçaltarak “Hele bir otur yenge” dedi. Sesi buyurgan değil, daha ziyade, rica eder tondaydı.
“Yıllar evvel, sen annenin hastalığı sebebiyle Türkiye’ye gitmiş ve uzunca bir zaman kalmıştın, hatırlıyor musun?” dedi.
Birden o günleri hatırladı İclâl. Annesi hastalanmış, apar topar ülkeye gitmişti. Türkiye’de kızına hamile olduğunu öğrenmişti.
İnsan dediğin böyle değil midir?
Hepsini bazen bir arada yaşar, üzüntü, yeni canın hayata katılmasıyla mutluluk, heyecan…
28 yıl önce…
Raşit, İclâl Türkiye’ye gittiğinden dolayı hüzünlü ve yalnız hissediyordu kendini. Mesaisi bittikten sonra eve gitmeden evvel mahallede bulunan birahaneye gidiyor, bir iki bira içtikten sonra eve yol alıyordu. Güneş saçlı karısı gözünde tütüyor, bir an önce yanına gelmesi için içinden Tanrı’ya yakarıyordu. Ancak o gece bir iki birada kalmadı, devamı geldi. Gece uzadı. Birahanenin garson kızı Barbara da ona bakıyordu. Biranın mı, başka şeylerin etkisi mi bilinmez bir an gözler kilitlendi. Birahane kapanana kadar bekledi Raşit. Barbara ile beraber çıktılar. Ne olduğunu tam da anlamadan ve bilemeden sabah kendini beyaz tenli Barbara’nın yanında buldu.
O an, işte o an, içine bir ateş düştü, kalbinin tam ortasına.
Büyük bir pişmanlık yükü omuzlarına çöküverdi. Büyük bir aşkla sevdiği kadına ihanet etmişti. Pişmanlık sabahın ilk ışıklarıyla ruhuna işledi. Adeta dövme oldu, ölene kadar ruhunda kalacak bir dövme. Belki onu sadece üçü bilecekti, Barbara, Raşit ve Tanrı, kim bilir? Bilinmez bu hayatta neler olacağı? Raşit, derin bir pişmanlıkla İclâl’in Türkiye’den dönmesini bekledi. Söylemek istedi ihanetini, pişmanlığını. Anlatmak istedi, beceremedi. Neyse bir gecelik bir kaçamaktı.
“Ben bile ne olduğunu doğru dürüst anlamadım” dedi içinden.
Zaman geçti, bir yıl bir olmadı. Barbara hastanede ve bir çocuk doğurmak üzeredir artık. Nihayetinde sağlıklı bir evlat dünyaya getirir. Doktorlar, prosedürün tamamlanması için babasının kim olduğunu sorarlar. Raşit’in ismini verir.
Polis Raşit’in çalıştığı fabrikaya gider ve Ali Raşit’i hastaneye getirir. Ali Raşit konudan haberi olmayan bir garip Anadolu çocuğudur. Barbara “Hayır bu Raşit değil” der.
O anda o temiz Ali Raşit’in kafasında bir ışık yanıverir.
“Sakın bu bizim amca oğlu Raşit olmasın” der?
Raşit’e haber verilir, hastaneye gelen Raşit, bembeyaz teni ve pembe yanakları ile annesinin yanında yatan oğlunu görür.
Barbara, o geceden sonra hiç görmediği ve hamileliğinden haber de vermediği Raşit’i görür ve “Evet, babası bu” der.
Raşit, şaşkınlık içinde minicik parmaklara, o minicik bedene büyük bir hayranlıkla bakar. Ancak büyük bir endişe de sarmıştır bedenini. Bir yaprak gibi titreten bir korku. Güneş saçlı’dan ayrılma korkusu. Hem elalem ne der?
Ancak bu olaydan Ali Raşit ve karısı da haberdar olmuştu. Ali Raşit polisler tarafından hastaneye götürülünce gerçek berrak bir su gibi ortaya çıkıvermişti.
Raşit, hemen Ali Raşit ve yengesiyle bir görüşme yaptı. Onlara adeta bu olayı kimselere söylememeleri için yemin ettirdi. Bu sır ölene kadar siz ve benim aramda kalacak, dedi.
Zaten gurbetin sızısıyla kavrulan bedenler bu teklifi kabul ettiler.
Zordur aslında birinin sırrını saklamak. Boynunda bir pranga gibi taşırsın. Kurtulmak istersin oysa senin sırdan kurtulman demek başkasının felaketi olabilir. Felaketi o yaşamasın diyerek sen boynunda o acıyı taşırsın. Gün ve gün büyür. Bazen unutursun zannedersen, hiç akla hayale gelmeyecek bir şey sana o yükü hatırlatıverir. İçindeki muhasebe hiç bitmez.
Ancak Ali Raşit ve karısı Zeliha bu sırrı taşıdılar, ta ki Raşit bu dünyadan göçene kadar. Belki de İclâl o ödeme kağıtlarını bulmasa gerçek ortaya dökülmeyecekti.
Ancak bazen olanın önüne geçemezsin. Hayat akar ve sen ona kapılırsın.
İclâl’in aklından bir an neler mi geçmedi?
“Bu evrakları neden sakladı acaba?”
“Tamam tertipli adamdı ancak bunları saklamasa ben o çocuğun varlığından nasıl haberdar olurdum?”
“Aslında bana söyleyemediği gerçeği, bu kağıtları bulmamı sağlayarak söylemek mi istedi?”
Bitmeyen sorular, şüpheler.
Sonra bir isyan ve haykırış. İçten, derinlerden gelen ancak bir türlü gırtlağından çıkmayan o ses.
“Bana bunu nasıl yapar?”
“Bana bunu nasıl yapar?”
Anıl Akın
Raşit: Dürüst, güvenilir.
İclâl: Büyüklük, kudret, saygı, ikram.