Nicedir bu masaya oturup yazmak istiyorum, aklımda ev’i yazmak var, ev halimi, nicedir benimle yaşayan, beni ben yapan ev halimi…
Sapasağlam sınırların olduğu, güvenilir, etrafı çevrili, dışarıya sadece biz istersek açılan, kendi içinde yaşayan, anılar biriktiren, bizi saran ve ‘büyüten’ evlerimiz.
İçeriden dışarıya baktığımız, içeriye girenleri aldığımız, dışarı gidenlere kapıyı açtığımız evlerimiz.
İlk evime gidiyor zihnim bu dizeleri yazarken ben, siz de ilk evinizi düşlediğinizde hatırınıza neresi geldi kim bilir?
İnsan, ilk evi sorulduğunda, sanırım doğduğu, büyüdüğü ya da hatıraların en uzağında eriştiği o evi hatırlıyor.
Ben de Eskişehir’deki meyve ağaçlarıyla dolu bahçesini özlediğim, komşularla buluşmalarımızı, annemin sahurda mutfakta kabanıyla yemek pişirmesini, tüm evi ısıtabilmek için salon ve çocuk odasında yanan sobanın yanağımızda bıraktığı kırmızı sıcaklığı, yaz akşamları bahçedeki mangal keyiflerimizi, hortumdan su içmelerimizi, dantel örme merakımı-annemin bütün mahalleye dantel örmeyi öğretmesini-benim en zor öğrenen olmamı, bahçedeki şifalı ısırgan otlarının bizi en savunmasız anımızda yakmasını (!), terlikle yakan top oynayıp, ayak parmaklarımın yere sürtmesini, tüm mahalle gece yarısına kadar saklambaç oynamamızı, susayınca koşarak arka kapıdan ayakkabıyla girip mutfakta su içip çıkışımızı, kışın soğuğunda, evde soba başında otururken ansızın camları titreten kartopu sesleriyle, konu komşu, çoluk çocuk kartopu savaşına çıkışımızı, ve daha nice anılarını hatırladığım ilk evimi gözlerimde canlandırıyorum..
Şu an bu hatıralar gözümde canlandığında bile şükrediyorum geçmişe, ne güzel günlerdi.
Sonra diğer evlerimi düşünüyorum, onlar da hayatımın farklı dönemlerinde farklı duygularıma şahit oldular, bazıları çok küçüktü hatta tek bir odadan ibaretti, tepeden tırnağa baştan yaratılmayı, hayata tek başına tutunmayı, çabayı, zorluğu, yorgunluğu hatırlatıyordu. Bazısı tümüyle bana ait, baştan sona kendi zevkimle dayanıp döşenmiş, nefes alınan, yaratıcı olunan, zaferler elde edilen, başarılar kazanılan anıları hatırlatıyordu. Bazı evlerim kötü hatıraları duvarlarında hapsetti, ya da bana öyle geldi belki de nasıl ki insan pembe bir bulutun içinde pamuklara sarılı yaşamadığına göre, elbet zor anlar, kötü hatıralar da tutunuyor aynı çatının altında. Evde tek bir köşeye bakıp, bin türlü duygu ortaya çıkınca, aynı noktada yaşanmış bin farklı an ve her birinin bıraktığı bin farklı iz görünür olunca, ikna olmaz mı insan evin de bizimle aynı şeyi yaşayıp hatırladığına?
Ev bizi yaşatan ve ayakta tutan en bütünsel güç belki de. Özellikle son dönemde daha çok vakit geçirdikçe, evime ne kadar bağlı olup ne kadar çok değer verdiğimi ne kadar çok anlam yüklediğimi bir kez daha fark ettim.
Sonra ‘Ya Hiç Karşılaşmasaydık?’ kitabındaki (*) satırlara gittim, insanın ilk evi anne rahmidir. Ana kucağı, yaşadığımız şefkat dolu günler, büyüdüğümüz evde mekanla kurduğumuz ilişkimiz, anılarımız, bugün bizi ve evlerimizi şekillendiren yegâne şeydir aslında.
Mesela mutfaklar, kokular vasıtasıyla ne kadar çok duyguyu hatırlatır bize; insanın mutfağından kimse geçmiyorsa, o mutfakta pişenler dışarıyla paylaşılmıyorsa, bedenimiz doysa da ruhumuz doyuyor mudur? Bir ebeveyn olarak en çok bunu düşünüyorum, evim nasıl ve evim benim yansımamsa eğer ben nasılım? Dans edilen, şarkılar söylenen, yemek pişirilen, kokularla mest olunan, koşulan, heyecan duyulan, kutlamalar yapılan, hatalarda özür dilenen, sohbetli masalar kurulan, bakılan, huzur bulunan ve sahiplenilen küçük dünyamı beslemek için çabalıyorum.
Evler yaşıyor, bizden yansıyor, çocuklar görüyor bunu. Hadi sonbahar gelmişken, yenilenmesi gereken yerler yenilensin, ışık sızmayan odalar güneş görsün. Biraz müzik, biraz ışık, hadi aralayın kapıları, bakın bakalım neler değişmeli?
Gülçin Gürses Eroğlu
(*) Ya Hiç Karşılaşmasaydık, Tuğçe Isıyel