İşte Benim Atatürk’üm

 “Ne aman diledik ne aman verdik!”* Samih Rifat

Bazen gözlerimi kapar, zamanda yolculuk yaparım. Şu an hayatta olmayıp özlem duyduklarım bir bir gelir gözlerimin önüne. Misal dedem ve anneannem. Dedem yaşasaydı şu an en sevdiği şeylerden birini yapıyor olurdu. Muhtemelen…Çok sevdiği torunlarından birini karşına oturtmuş şekilde, radyoya kulağını dayayıp hiç kaçırmadan takip ettiği ajansları dinlerken. Anneannem ise koridorda oturma odası ve mutfak arasında tüm anaçlığıyla mekik dokurken, bizim oraların deyimiyle bir o yana bir bu yana gezelerdi. Malûm bakılacak konuklar var evde…

iste-benim-ataturkum

Bir Lider ki…

Atatürk’üm yaşasaydı, tam da fotoğrafta görmüş olduğunuz gibi olurdu hayâllerimde. Döne döne çıktığım tahta merdivenlerin sonunda, Yaveri beni kapıları yüksek ve kapalı bir odaya yönlendirirdi. Kapıyı bikaç kez tıklatıp arkasından saygıyla yana çekilirdi. Ben ve Paşa karşılıklı kalırdık. Başını hafifçe kaldırıp, nazikçe selamlar ve sonra bir yandan işine devam eder; (kuşkusuz yapılacaklar listesi hayli kabarık) bir yandan sohbeti başlatırdı:

“Neyiniz var küçüğüm?”

Sahnenin ilerleyen kısımlarında ne derdim, şaşkınlıktan dilim tutulmuş vaziyette kalırdım sanki. Hayran olduğum liderime, tartışmasız Büyük Önder’e, Atatürk’üme (hemen bir parantez kendisine Ata diye hitap edilmesi hoşuna gitmezmiş) sanırım akıl danışırdım. Benim için tartışmasız dünyanın gelmiş geçmiş en müthiş dehâlarından biri neticede.

Beni- her zaman olduğu gibi- ışığıyla aydınlatırdı. Bizzat ruhundan mı yoksa engin denizler gibi olan gözlerinden mi veya alışık olmadığımız Güneş sarısı rengindeki saçlarından mı geldiğini bir türlü kestiremediğim, odayı kamaştıran aydınlığıyla ufak tez hareketlerde bulunur, masanın çevresinde dönenir, çakmak çakmak bakışlarıyla “Bakınız temkinli olmak icap eder, yalnız hiçbir şeyi fazla büyütmemek lâzım gözünüzde” derdi. Muhtemelen… Hiçbir zorluk karşısında yılmayan, her daim objektif olup sentez yapabilen bu zekâya bir kez daha minnet duyardım.

Ben ona aval aval bakarken, anlamını bildiğim ancak günlük hayatta pek kullanmadığım kelimeler serpiştirirdi cümlelerinin arasına; safderûn, müdana, sirâyet, izzetinefis, vâveylâ, muvazene… Misâl “tabii” demez de “bittabi” der, “önemli”den ziyade “mühim”i kullanırdı. Muhtemelen… Aynen çağdaşı olmasa bile sonraki nesli dedem gibi.

“Paşam vatan sana minnettar” deyip ellerine yapışmak istediğimde “Lüzum yok, ülkenin sizler gibi ufku açık, fikri hür, okumuş lâkin kendi göreneklerini küçük görmeyen kız çocuklarına ihtiyacı var” diye yanıtlardı. Yanından ayırmadığı Çalıkuşu romanı yakınlarda bir yerlerde gözüme çarpardı. Muhtemelen…

Ben ise gözlerimde yaşlarla “Sizi mahcup etmeyeceğim, yeminim olsun” der, içimde bu anların daha uzun olamayacağını bildiğim bir burukluk, onu görüp konuşmanın verdiği büyük bir coşku ile karışık duygular içinde odayı terk ederdim. Çünkü O herkesin Atatürk’ü, daha nicelere el uzatacak, yol yordam gösterecek, dokunacak…

Kapıyı Yaveri sessizce kaparken, O’nun başka bir konuya çoktan geçmiş olduğunu fark eder, şaşırdığı bir durum karşısında, o anlarda hep kullandığı “Hayret! Hayret-i uzma!” deyimini tekrarlar şekilde bırakırdım. Yemekte -Askeri İdadi’den kalma bir alışkanlığı mı olduğu bilinmez- en sevdiği menülerden kurufasulye&pilav ikilisinin olduğunu öğrenip, en azından hoş tutulduğunu bilmenin tesellisiyle ferahlardım konağı ardımda bırakırken. Köpeği Fox, yolun sonuna değin sadece çocuk ve evcil hayvanlara has bir neşeyle kuyruk sallayıp eşlik ederdi bana. Muhtemelen…

Sonrasında…

Sonrasında ışık hızıyla günümüze dönerim. Sevdiği parçalardan** birini dinlemeye koyulurken, gül reçelini kâsesine, “Benim de favorim tartışmasız bu” diyerek yönelirim. Aramızda kimselerin bilmediği bir sırrımız varmış gibisinden gülümseyerek doyasıya kaşık sallarım.

Şunu bilmeni isterim büyük adam, hayatta her sözünün değerini yaş aldıkça daha bir derinden anladım. “Muhtaç olduğum kudret damarlarımdaki asil kanda mevcut”. Kesinlikle…

* Mustafa Kemal Atatürk; sofrasında güzel sanatlar, şiir ve musikiden konuşulup dem vurulmasından hayli zevk alırdı. Yukardaki dizeler okunduğunda sevda ve vefa ile gözyaşlarını tutamadığı anlatılır.

** “Cânâ rakîbi handân edersin…” Atatürk’ün sevdiği eserleden. Hayat çok garip, bu satırları yazarken Handan Teyzem arıyor…

Önceki İçerikYeni Yıl Dilekleri, Düşlerimiz
Sonraki İçerikKanun Virtüözü Ahmet Baran: Kanun, Tanrı’nın Bana Verdiği Bir Çift Kanat
Şeyda Bodur
Kendini anlatmak dünyanın en zor şeylerinden biri bence. Sürekli değişip dönüşürken, yaşam biteviye bizi şekillendirirken, sahi ben kimim? Değişmezlerim var mı, varsa neler? Dilerseniz beni yazılarımdan sizler tanıyın. Yine de beni heyecanlandıran kavramlar ortaya bırakayım, birer ipucu niteliğinde; Akdeniz, çiçekler, iletişim-İkizler burcu, Boğaziçi üniversitesi, kız kardeş, hak-miras, nezaket, ilk yaz, disiplin-aylaklık, Türk kahvesi, demli çay-simit, kiraz-karpuz, keyif, keşif, denge, dönüşüm, mistik, holistik, seyahat, sahici paylaşımlar, samimi sohbetler... Burada sadece yazmaktan ve okumaktan bahsetmek istiyorum. Neden mi yazıyorum? Biliyorum bencilce olacak, herşeyden önce bana iyi geliyor. Düşüncelerim netleşiyor, duygularım alan buluyor, sakinleşiyorum, sadeleşiyorum, “O”lanla hizalanıyorum, kendimi ifade ediyorum, üretiyorum, yaratıyorum, yüreğimi ortaya koyuyorum, yaşama katılıyorum, meydan okuyorum, “ben de varım” diyorum, belki ortaklık arıyorum ve daha nicesi...Satırlara sığmaz. Neden mi okuyorum? Sözü bir Usta’ya bırakmak istiyorum izninizle, ne bir kelime eksik ne bir kelime fazla... “Bütün iyi kitapların sonunda, bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda, meltemi senden esen, soluğu sende olan, yeni bir başlangıç vardır…” Edip Cansever

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz