Sayfalarca yazabilirim normalde ama elim gitmiyor bu ara ne kaleme, ne de klavyeye… İçimde bir yorgunluk var, adını koyamadığım… Duygular zaten karışık… Bu hengâmede hepten tavan yapıyor her şey diye düşünürken, Sabahattin Ali bana tercüman olmuş:
“Canım çok şey anlatmak istiyor ama yorgunum. Beynim yorgun, bedenim yorgun, bunca şeyi affeden kalbim bile yorgun artık… Heveslerim yorgun, iyimserliğim yorgun, konuşarak anlaşmaya olan inancım bile yorgun. Çok yorgunum…”
Bugün 5 hafta bitti… Üzerimize kocaman kayaların devrilişinin, nefes almakta zorlanışımızın, her bir parçamızın bir enkaza dönüşünün, sabahlara kadar bir can daha kurtulsun ümidiyle bekleyişlerimizin, başkasının acısını kendi acımız gibi hissedişimizin üzerinden tam bir ay geçti. Hâlâ aynı karışık duygular içerisindeyiz, hâlâ birçok yerimiz kırık dökük, hâlâ canımız acıyor ve hâlâ çoğu şeye dayanmakta zorlanıyor kalpler…
Aynı anda birçok şey yaşamak ve birçok duyguya ev sahipliği yapmak zorunda kalıyoruz. Yakınlarımızı, tanıdığımız simaları bir daha göremeyecek olmanın yangını, paramparça olmuş şehirlerin hüznü içimizdeyken, kalkıp işe gidiyoruz, metroya, otobüse binip o kalabalığa karışıyor, hayat mücadelesine, ekmek parası kazanma gailesinin içine düşüyoruz. Bizden istenen raporları, ay sonu hesaplarını bir makine gibi yapmaya çalışıyor, ruhsuz, bezgin, isteksiz bir şekilde eve dönüyoruz. Çocuğun okuluydu, ödeviydi, akşama ne pişirelim derdiydi, evin temizliğiydi derken geceyi sonlandırıyoruz. Günlük rutinin içine hazırladığımız yardım kolileri, ihtiyaç listeleri, arka arkaya gelen telefonlar, koşturmacalar ekleniyor, cümlelerimize ahbap, akut gibi kelimeler eşlik ediyor bu kez. Yorgunuz ama ümitliyiz, öfkeliyiz fakat enkazdan kurtulan birinin haberini alınca sevinçliyiz, çok kızgınız ancak seferberiz… “Nasıl olur?” ve “Çok şükür”leri aynı cümlelere sığdırır bir haldeyiz.
Duygular karışık, duygular yoğun… Beden ve ruh ise yorgun… Tatsız tuzsuz gidiyorum yatağa… Uyuyamıyorum, sadece bir zaman sonra devriliyorum bir kenara… Üstümdeki yorgan ağır geliyor, başımı koyduğum yastık taş kesiliyor. Gözlerimi diktiğim tavanın altında düşüne düşüne üşüyorum. Ağlıyorum. Duruyorum.
Bir ara ‘Kalk!’ diye bağırıyor içimdeki ses. İyi gelen şeyin ne olduğunu fısıldıyor sağduyum. “İyileştir” diyor. “Bir çocuğun gülüşünü, bir annenin hüznünü iyileştir… Elinden kimin için ne geliyorsa onu iyileştir… Kalbini iyileştir, ruhunu iyileştir…” Devrildiğim yerden kalkıyorum. Soğuk su çarpıyorum yüzüme, iyi geliyor. Kendime geliyorum. Birbirimize sarıldıkça birbirimize iyi geleceğiz, iyileştirdikçe iyileşeceğiz, biliyorum…
Zeynep Kıyak