Bazen yazarlar sadece tek bir romanlarıyla edebiyat dünyasına girerler ama yine de aradan yıllar ve yıllar geçse de hala o tek romanları ile kuşaktan kuşağa okunmaya devam ederler. Tabii ki bu gibi durumlara sayısız örnek vermek pek de mümkün değildir. En azından ben birçok örnek verecek kadar bu yönde bir araştırma yapmadım. Kendi adıma bu tür yazara örnek olarak Elias Canetti ve Körleşme’sini verebilirim. Elias Canetti Körleşme’yi yazdığında 26 yaşındaymış. Söz konusu romanından sonra ise birçok deneme/inceleme ve oyun yazdıysa da bu yazdıkları arasında ikinci bir romanı yayınlanmamıştır. İlk romanını Elias Canetti gibi Aslı Erdoğan da 20’li yaşlarda yazmış- 27 yaşında. İşte Kabuk Adam da yayınlandığında Aslı Erdoğan, gelecek vaad eden bir romancı olarak eleştirmenlerce kabul edilmiş ve Elias Canetti’nin tam aksine, okurlarını daha sonra yazacağı romanlarından mahrum etmeyerek yazmış da yazmış; ödül üstüne ödül almış ve almaya da devam edecek.
Bu yazının konusu olan Kabuk Adam‘ı okuduktan sonra, içime işleyen bir yolculuk hikayesi okuduğumu ve bu romanın üzerimdeki etkisinin ise uzun süreli olacağını biliyordum. İşte bu nedenledir ki bu yazıda Kabuk Adam‘ın ne tür bir yolculuk romanı olduğu ve bir okur olarak neden beni derinden etkilediği sorularının yanıtını vermeye çalışacağım.
Öncelikle romanın öykü kısmını kısaca hatırlarsak: Sancar Can’ın “Kabuk Adam Üzerine: Kabuk Adam Yaşanamamış Bir Aşk Değildir” başlıklı yazısında anlatıcı kahraman şöyle “25 yaşında eski bir balerin, yetenekli amatör bir ressam, şiiri, içkiyi, tutkuyu seven güzel bir kadın. Kendiyle bağdaşmayan, benliğini çürüten bir araştırma merkezinde önemli bir fizikçi. Yine de hayata katlanabilmek için öyküler yazmaya devam eden, başıboş sokaklarda dolaşan toplumun tüm öğretilerini de reddeden, başkaldıran nihilist bir birey.” olarak betimlenir. İşte anlatıcı kahramanımız bilimsel bir toplantı için Karayipler’de bir adaya geldiğinde bilimsel kimliği ile içinde hapsettiği sanatsal ruh çatışır ve benliğine doğru bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuğa çıkması, denizden çıkardığı kabukları satarak geçinen ‘kabuk adam’ Tony sayesinde olur. Tony, çok çirkin ve rahatsız edici bir görüntüye sahiptir. Ama anlatıcı kahramanımızla geçirdiği her zaman diliminde, Tony’nin üzerindeki kabuklar sanki soyulur ve her bir yeni katmanda Tony’nin iç güzelliği, bilgeliği, sevecenliği, inceliği ve insanlığı ortaya çıkar. Dolayısıyla bu arkadaşlıkta Tony, anlatıcı kahramana aşık olurken sevgisiyle, insanlığı ile anlatıcı kahramanın ruhundaki yaraları tedavi etmeye çalışır. Çünkü toplumuna yabancılaşmış, terk edilmiş, üstelik intiharı bile denemiş anlatıcı kahramanımız, sevmeyi bilmeyen, kendini olayların akışına bırakmaktan korkan biridir. Bu yolculukta zaman zaman değişmeye çalıştığı görülse de kendini Tony’nin sevgisine bütünüyle bırakamamakta, içindeki sevginin serbest kalmasına izin vermemektedir veya verememektedir.
Yazarımız Aslı Erdoğan ise bu hikâyeyi- yaşadığı topluma yabancılaşmış, yalnız bir kadının, insanın kendine doğru yapacağı yolculuk için çok müsait olan bu doğal güzellikler içinde (Karayipler) -hayatını anlamlandırmaya çalışmasını ve değişme mücadelesini okuruna şöyle aktarmaktadır:
Anlatıcı kahramanımızın Tony ile olan karşılaşmalarından:
“Hayatta hiç kimseden, hiçbir şeyden korkmamayı öğrenmek gerek. Tanrı’dan başka. Ben hiçbir şeyden korkmam. Kendin olmayı ancak öyle öğrenirsin. Bu hem basit hem de çok zordur. Sadece kendin olmak. Ama sen Tanrı’ya inanmıyorsun değil mi?” “Hayır” “Tabii, yoksa kendini öldürmek istemezdin. Tanrı her yerdedir, şu hindistancevizi ağacında örneğin, sadece dışını gördüğün ama içini hiç bilmediğin ağaçta. Benim içimde, senin içinde…”
“Kabuk Adam, benim Delfi kahiniydi, kendi sorularımı sormam ve kendi yanıtlarımı bulmamı sağlıyordu.”
“Aramızdaki konuşmalar ne kadar kısa ve basit olursa olsun, asla sıradan değildi ve açıklanamaz bir biçimde doyurucuydu. Bir çocuk konuşmayı nasıl öğrenirse ben de öyle öğreniyordum iletişimi, kendimi ifade etmeyi, sevginin büyük ve süslü sözcüklere gerek duymadığını.”
“Sevilmeye her şeyden çok gereksinimim varken, bana karşılık istenmeden sunulan bu umulmadık sevgiyi reddediyordum. Ele geçirdiğim her şey için savaşmış, yıpranmış, didinmiştim; hayatın bu sürpriz armağanının değerini bilemeyecek denli katılaşmıştım. Yüreğim nasır bağlamıştı. …. Bazen üç gün o kadar uzundu ki öylesine değiştirir ki insanı o zaman bunu bilmiyordum Tony.”
“Yalnız kalmak, bütün zamanımı kendime ayırmak istiyordum. Çözümleyemediğim, başa çıkamadığım dönüşümler gerçekleşiyordu içimde ve bunların üzerinde düşünecek vakit bile bulamıyordum.”
“Cömertliği, benim gibi ne almayı ne de vermeyi doğru dürüst beceremeyen biri için ezici bir yüktü.”
” Eğer yaşayabilseydim, bugün oturup bu öyküyü yazmazdım. ‘Yaşam kabızlığı’ diye adlandırdığım o illete tutulmamış olanlar, yazar olmayı akıllarından bile geçirmezler bence.”
“Hayatın bizlere verip verebileceği tek ödül, tek armağan sevgi dolu bir insandır ve biz böyle bir insanı ilk fırsatta katlederiz. Sonra da ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini taşırız.”
“Eski benliğimi, kurumuş bir kabuk gibi geride bırakmıştım ama yeni benliğime de bütünüyle sahip çıkamamıştım. Bir geçiş döneminde iki ayrı varlığı bünyesinde barındıran, melez bir yaratık gibiydim.”
Okur, her sayfayı çevirdiğinde anlatıcı kahramanın acılarının dinmesini, yaralarının kabuk bağlayarak iyileşmesini, Tony’nin sevgisinden mucizevi bir etkiyi bekliyor; başka bir şekilde ifade edersek, bu yolculuğun (hem içsel hem de fiziki) mutlu bir sonla bitmesini bekliyor: Fakir ve çirkin genç adam, güzel ve alımlı kadını etkiler ve kendini kabul ettirir, böylece de hikayemiz mutlu sonla biter. Ama Kabuk Adam‘da yazarımız, romanı hiç de beklenmeyen bir sonla bitirir:
“Adaya, aynı kumsala dönüp onu beklemeyi de düşündüm ama vize, para gibi aşılabilir temel sorunların dışında, onun hala orada olup olmadığını bilmemek durdurdu beni.”
Bu alıntı, anlatıcı kahramanımızın kabuğunu yırtmaya çalışmasına rağmen, yine de kendini bahanelerinin arkasına kolayca sığınabildiğini göstermekte. Bazen ne kadar değişmeye çalışılsa da değişimi gerçekleştiremiyebilir insan. Ancak okur, anlatıcı kahramanımızı İstanbul’da yine de farklı bir ruh halinde bulur: Anlatıcı kahramanımız sonunda Tony’e duyduğu aşkı, geç de olsa fark eder. Artık İstanbul’da bu aşkın manevi gücüyle bir tür huzur bulmuştur:
“Gerçek Tony’yi, bir insan olan Tony’yi doğru dürüst sevmeyi başaramamıştım, ama bir mitosa dönüştürdüğüm Kabuk Adam’a benliğimi adamış, onun imgesini Tanrılaştırmıştım. Bir peygambere, bir ağlama duvarına, gerçek dünyadan kaçıp içine sığınabileceğim bir kabuğa dönüşmüştü Tony. Dahası giderek ona benziyordum.”
“Belki de ben tam bu öykünün sonunu yazdığım anda, Kabuk Adam okyanusun öbür ucunda bir hindistancevizi ağacının altına oturmuş, cigara sarıyor, esrarengiz Türk kadınını, aşkla, özlemle ya da nefretle hatırlıyordur. Umarım kendisine duyulan olağanüstü aşktan ve öyküsünün yazıldığından bir gün haberi olur.”
Bu bireysel yolculukta, bir değişim / dönüşüm beklerken anlatıcı kahramanın almış olduğu burjuva eğitiminin kurallarına direnemeyip adada Tony’nin yanında kalmak yerine İstanbul’a gelmesiyle, hayal kırıklığına uğrasa da okur, anlatıcı kahramanın sonunda bir tür ‘iç huzur’ a kavuşmasıyla huzur bulur.
Ayşe Zeliha Yılmaz