Martı Dergisi ile tanışmam yıllar öncesine dayanıyor aslında. Yasemin Sungur’un keyifli bir ekiple ve büyük bir özveriyle çıkardığını daha o zamanlardan hissettiğim derginin bugün büyüyen yazar kitlesiyle yepyeni okurlarla buluşuyor olduğunu ve buradaki güzel duyguların paylaşılarak büyüdüğünü görmek son derece sevindirici… Ancak yıllardır bildiğim bu dergide bu bir ilk yazı… Her karşılaşmanın olduğu gibi her adımın da bir zamanı olduğuna inanıyorum ben. Yürünen yolda, ne istediğinizi bilerek ilerlediğinizde, “harekete geç”tiğinizde koşulların bazen ne kadar hızlı değiştiğini görmek sizi de mutlu etmiyor mu?
İşte, şu anda okuduğunuz bu yazının biraz bunlarla ilgisi var, biraz da kitaplarla.
Öğrencilik hayatımızda yıllarca kompozisyonlar yazdık. Kitap okumanın faydalarından bahsettik. Edebiyat müfredatımıza giren klasikleri okumaya çalıştık. Yazarın veya şairin orada ne dediğini bulmaya uğraştık. Okuduğumuzu anladık mı, anlamadık mı derken nice testlere tutulduk. İstemediğimiz kitapları inceledik bazen. Bir solukta bitiriverdiğimiz kitaplardan, sayfaları akmayan kitaplara kadar okuduk, okumadık, yarım bıraktık, belki de okumaktan soğuduk.
Zaman geçti, kitap okumayan bir toplum olduğumuzdan yakındık. Kitap okumak bir kısmımızın özgeçmişinde bir hobiyken bir kısmımız da iki satır okuyamadığından dert yandı.
Kurumsal hayattan ayrılıp kendimi edebiyatın enginliğine bırakmaya karar verdikten sonra bu konular üzerinde çok düşündüm. Bir insan kitap okumayı gerçekten neden severdi? Ve nasıl severdi? Kitap okumak sevdirilebilir miydi? Zorlamak ne kadar işe yarardı? Müfredat herkese eşit ölçüde çekici gelebilir miydi? Ders çalışmak kitap okumanın önünde engel miydi? Kitap okuyanlar ciddi olup eğlenmeyi bilmez miydi?
Ben Türkçe ve edebiyat öğretmenlerimden yana çoğunlukla şanslıydım. Öğrencisi olduğum ne güzel insanlar var… İyi ki! Mesela beni, kitap okumaktan neredeyse soğumaya başlamışken yeniden kitapların dünyasına kazandıran ve bana ilk öykümü yazdıran ortaokul öğretmenim, hayatımdaki güzel ve kıymetli karşılaşmalardan biriydi benim için. Peki, öğretmenim ne yapmıştı? Ne yapmıştı da vazgeçilmezim olmuştu sözcükler?
O zaman etkilenmiştim, şimdi anlıyorum. Öğretmenim ezberlenmiş kuralları kaldırmıştı. Yazarın ne demek istediğinden önce benim ne hissettiğimi sormuştu. Okuduğu kitaplardan önüme kitaplar koymuştu. Verdiği bazı kitapları ne demek istediğini anlamadan, sadece sözcüklerin büyüsüne kapılarak okuduğumu hatırlıyorum. Metnin ritmini dinliyormuşum meğer… İstediğimiz kitabı okuyabileceğimiz bir ders saati ayırmıştı. Ve bu saatlerin birinde boş bir kâğıt çıkarıp bir hikâye yazmamızı istemişti. O, benim ilk öykümdü. Git gide kompozisyon sınavlarımız değişmişti. Referans olarak aldığımız noktadan nereye, nasıl ilerlemek istediğimizde serbesttik. Bu bize içimizi karıştırma fırsatı vermişti. Her yazan ilk yazdıklarında önce kendi çocukluk travmasından kurtulurmuş ya, biz de belki okuyup yazarak iyileşiyorduk. Haz almaya başlamıştık. Duygularımızı özgür bırakmıştık.
Bugün edebiyatın kişiyi en iyi şekilde değiştiren, geliştiren, dönüştüren bir alan olduğuna inanıyorum. Bunun en iyi başlangıcının ise insanın keyif aldıklarını okuması olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu, insana daha fazlasını isteten, daha fazla merak duymasını sağlayan çok kıymetli bir duygu…
Her kişi için genel geçer bir okuma rotasından bahsetmek mümkün değil. Sanırım işin güzel olan ve keşfedilesi tarafı da bu! Her okur kendi meraklarından yola çıkarak her okuduğu kitabın onu götürdüğü yerdeki “daha”sını arıyor. Keşfettikçe açılan yeni kapılar, serüvenler, yazarlar, filozoflar, fikirler, itirazlar, sorgulamalar, nasıllar, dönemler, metinlerin şifreleri, bir yazarın keşfi, metnin içindeki küçük oyunların bulunması, farklı yorumlarla yeniden gözden geçirilmesi ve farklı yaşlarda yeniden okunan kitaplarla sonu hiç gelmeyecek bir dünya okumak dediğimiz…
Bu hazzı aldıkça “daha”sını arzulayan ben, bu değerli duygunun bulaşıcı olmasının ne güzel sonuçlar doğurabileceğini düşündüm hep. Hayata edebiyat katmak hedefiyle edebiyat atölyeleri düzenlemeye başladım. Kendi kahramanlarımın peşinden gittim. Üstelik hala kahramanlarımla yolculuğa devam ediyorum. Kahramanlar çoğalıyor, bağlantılar derinleşiyor, sürprizler şaşırtıyor ve insan ne yaşarken, ne yazarken, ne de anlatırken yalnız olmadığını anlıyor.
Bu sene bir “kitap okuma kulübü” oluşturmayı düşlüyordum. Evet, okuma rotalarımız farklı olabilirdi, zaten okuma kulüplerinin amacı da sadece kitap okumak değildi. Ortak bir konu üzerinde aynı odada, birbirimize bakarak aynı havayı solumak, konuşmak, tartışmak, farklı bakış açılarından beslenmek, yeni dostlukları paylaşmak; rutinleşen ve iletişimi dijitalleşen hayatlarımızda birbirimizi anlamak için artık daha da önemli… Üstelik aynı dili konuşan insanlar bir araya geldiğinde bambaşka kişiliklerde de olsalar eğlenirler. Bu ortak bir dil; üstelik paylaştıkça çoğalan, gelişen, büyüyen ve büyüten…
İnsan “harekete geç”tiğinde farklı karşılaşmaları hayatına çekiyor diyorum ya, tam da buna örnek olacak şekilde Yasemin Hocam Kitap ile Sohbet’i illere yaymak istediğini duyuruverdi. Böylece İzmir’in Kitap ile Sohbet macerası başlamış oldu. Martı Dergisi için bu ilk yazı da bu süreçte şekillendi.
Yeni bir mecrada ilk yazıyı yazmak her zaman zordur. Hem birçok şey söyleyerek “merhaba” demek ister insan hem de yeni bir okur kitlesiyle karşı karşıya kalır. Tanışmadır, konuşmadır, yeni kapılar açmaktır.
Bu da Kitap ile Sohbet İzmir’in “merhaba”sı olsun!
İlerlediğimiz yollarda açılan kapılarda nice güzel karşılaşmalara!
Beril Erbil