Lise tarih derslerinde 1923 yılında Lozan’da, Türkiye’de yaşayan Rum Ortodokslarla, Yunanistan’da yaşayan Müslümanların zorunlu mübadelesini öngören bir protokol imzalandığını hepimiz okumuşuzdur. On yıllık savaş boyunca yerinden yurdundan olanlarla birlikte, iki milyon civarında insanın karşılıklı olarak göç etmek zorunda kaldığı hafızamdadır hala. Hem Türk hem Rum mübadil ailelerinin yaşam öykülerini, düşünce ve duygularını tarafsız bir ağızdan anlatan Kemal Yalçın’ın bol ödüllü ‘Emanet Çeyiz/Mübadele İnsanları’ kitabını okurken çok duygulanmıştım. Yunanistan seyahatimize çıkarken hep bu kitabı okurkenki duygularım bana eşlik etti.
Hazır vizemiz de varken, bayram tatili trafiğine girmemek ve büyüklerimizle de bayramlaşabilmek için yola çıkışı tatilin ikinci gününe bıraktık. Buna rağmen Gümrük Kapısı’nda hem geliş hem de gidişimizde ikişer saat bekleyerek yaklaşık altı kontrol noktasından geçtik. Yaklaşık iki buçuk saat süren yolculuğumuz sonrasında ilk durağımız yüzyıllarca (1387-1912 yılları arasında) Osmanlı idaresi altında yaşayan bir liman kenti olan Kavala oldu. Şehrin girişinde Kanuni Sultan Süleyman tarafından kentin su ihtiyacını karşılamak için yaptırılmış olan kemer tüm görkemiyle sizi karşılıyor. Haziran ayı için serin kabul edilebilecek bir hava ve sağımızda solumuzda Türkçe konuşan ailelerin şaşkınlığını üzerimizden atamadan, limandaki restoranlardan birinde öğle yemeği için oturduk. Üstünde koca bir kalıp beyaz peynirin baş tacı olduğu, bildiğimiz çoban salatası meğer o meşhur Yunan salatası imiş. Ayrıca Türkçe menünün oluşu gururumuzu okşadı. Karnımız tok sırtımız pek olunca yürüyüşümüz başladı. Kanuni’nin sadrazamlarından Pargalı İbrahim Paşa tarafından 1530’da inşa ettirilen, daha sonra çan kulesi ve mozaikler eklenerek ‘Azizi Nikola Kilisesi’ haline dönüştürülen yapı içimi burktu; keşke aslına dokunmasalardı dedim içimden.
Caminin hemen karşısındaki sokaktan yukarıya doğru yürümeye başladığınızda cumbalı, cıvıl cıvıl renklerle boyanmış, duvarlarında çok hoş sokak sanatı eserleri olan evler, kafeler ile yol boyunca bir göz şenliği yaşıyorsunuz. Bu bölgeye Panagia/Eski Şehir deniyor. Yol üzerinde 1769 Kavala doğumlu Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın yaptırdığı İmaret karşınıza çıkıyor. Bu görkemli yapı şu an Kavala’nın en lüks oteli olarak hizmet veriyor. Bu tarihi yapıyı her yarım saatte yapılan, kişi başı 5 Euro’luk ücret karşılığı turlar ile gezebiliyorsunuz, yoksa fotoğraflamak mümkün değil. Osmanlı döneminde aşevi ve medrese olarak kullanılmış. Mehmet Ali Paşa vali olduğu dönemde, Mısır’da büyük yenilikler yapmış, bu nedenle Mısırlılar paşayı sahiplenmiş. Yunanistan Mehmet Ali Paşa’yı Mısırlı kabul ettiğinden İmaret’in bulunduğu alanı, Mısır hükümetine vermiş. En tepe noktada Mehmet Ali Paşa’nın müzeye dönüştürülmüş evini gezip, atı üzerinde eve dönerken betimlenmiş paşanın heykeli ile selamlaşıyorsunuz. Müzeyi gezdikten sonra hemen karşısında ki muhteşem manzaralı kafe de biz, gelip de içmeyeni ayıpladıkları, Yunanlıların meşhur Frappesi’ni (buzlu kahve) yudumlarken, kızım ilk milk shakeni içme heyecanı içinde idi. Dönüş yolunda hediyelik eşya dükkanlarından hatıra niyetine ufak tefek şeyler alıp, meşhur pudra şekerli, kavrulmuş bademli, bol tereyağlı Kavala kurabiyesinin de tadına baktık. Mübadele ile Kapadokya’da yaşayan Rumların da bu kente gelenler arasında olup, bu lezzeti sahiplendikleri ve geliştirdikleri anlatılıyor. Aslında Anadolu mutfağına ait bir lezzet diyebiliriz. Akşam yemeği için ise yine limandaki restoranlardan birinde, Türkçe iletişim kuran garsonumuz vasıtası ile afiyetle midye pilavı, kabak kızartma, kalamarı afiyetle yedik. İsteyene rakının Yunan versiyonu Uzo servis ediliyor. ‘Yediğin içtiğin senin olsun, gezip gördüklerini anlat’ diyen büyüklerime rağmen yeme-içme konusunda ki önerilerin de mühim olduğunu düşünüyorum.
Ertesi gün ise küçük ama bence gezilmeye değer Arkeoloji müzesini gezdikten sonra Selanik için yola çıktık. Yol üstünde Asprovalta mola verdiğimiz küçük bir sahil kasabasıydı. İn- cin top oynuyordu ancak koca bir döner tezgahı etrafında kediler ve insanlar toplanmışlardı. Yemeğimizi yedikten sonra bol manzaralı eski yoldan (National Road, haritada route 2 olarak görebilirsiniz) olarak adlandırdıkları eski kıyı şeridini takip ederek Selanik’e ulaştık. Şehir merkezinde ki otelimizi yüksek tavanları, tarihi dokusu ve güler yüzlü çalışanları nedeniyle ben sevdim ve otantik buldum. İlk akşam eğlence bölgesi olarak tanımlanan Ladabika’da hayatımda ki en lezzetli musakkayı yedim. Ata’mın doğduğu şehirde Türk kahvesi tadındaki Yunan kahvesini yudumladım. Her sokağı denize açılan bir kent ile kucaklaştık. Aristotelous Meydanı otelimize yürüme mesafesinde idi. Kale, garnizon ve zindan olarak kullanılmış bir Osmanlı eseri olan Beyaz Kule ise sahil şeridinde ki yürüyüş sonunda şehrin sembolü olarak karşınıza çıkıyor.
Bir dönem adı Aslan Kulesi olarak adlandırılan yapı, sonraları Yeniçeri Kulesi olarak anılmış. Zindan olarak kullanıldığı dönemlerde Sultan II. Mahmut’un emriyle kuledeki tutukluların hepsi kılıçtan geçirilince adı Kan Kulesi olarak anılmaya başlanmış. Şehir el değiştirince simgesel olarak vaftiz edilerek ve beyaza boyanmış ve adını da buradan alıyor. Kule hâlâ bu isimle anılsa da zaman içerisinde yavaş yavaş eski rengine geri dönmüş.
Ertesi gün ise ziyaretimizin asıl amacı olan Atatürk’ün doğduğu evi görebilmek için yollara döküldük. Cumhuriyet’in 10’uncu yıl dönümü (29 Ekim 1933) dolayısıyla, Selanik Belediyesi, Türk-Yunan dostluğu ve Balkan Konferansının bir hatırası olarak, Atatürk’ün doğduğu evin çift kanatlı kapısının sağ köşesine mermer bir plaka yerleştirmiş. Plakanın üzerinde Türkçe, Yunanca ve Fransızca olarak şu ibare yazılı: Türk milletinin büyük müceddidi ve Balkan ittihadının müzahiri GAZİ MUSTAFA KEMAL burada dünyaya gelmiştir.
İşte bu yazıyı okuyup, Türk konsolosluğunun bitişiğinde ki eve adımımızı atıp, ziyaretçi listesine isminizi yazdıktan sonra gözleriniz hemen yaşlarla dolmaya başlıyor. Gururlu ama bir o kadar hüzünle gezdik müzeyi. Gün içindeki diğer rotalarımız ise Selanik Modern Sanat ve Arkeoloji Müzeleri oldu. Her ikisi de çok etkileyici idi, muhakkak gidilip görülmeli. Yedi yaşımda ki kızım elinde kağıt, kalemi ile hiç sıkılmadan, off demeden keyifle gezdi bu sanatsal mekanları. Ve tabii sokak sanatı… Selanik sokaklarının duvarları başarılı graffitilerle, murallarla dolu. Hatta şehirde sokak sanatına özel olarak düzenlenen bir festival dahi varmış. Her yerde karşınıza çıkan heykeller ise şehre ayrı bir güzellik katmış. Şehrin güzelliklerini üstü açık gezi otobüsüyle turlayarak tamamlamaya karar verdik. Aya Dimitri ve Azize Sofya Kiliseleri önemli tarihi eserler. Kızım o güzel gönlünden dilekler dileyip, mumlar yaktı. İndiğimiz noktada ise kırmızı büyük oyuncak tren ile fazladan seyahat etme fırsatını yakaladı. Bu yoğun gezi boyunca pastanelerde çikolatalı brownie bile yiyerek, hamur işine bizim kadar düşkün olduklarını test etmiş olduk. Ertesi gün artık dönüş yoluna geçtik ancak denize girmeden bu tatili sonlandırmak pek içimize sinmeyeceği için Dedeağaç’a uğramaya karar verdik.Ne iyi yapmışız. Marki kasabasında ki Ocean 6 kumsalı ve Aya Yorgi Tavernası oldukça memnun edici idi. Deniz tertemiz, su sıcaklığı beni bile mutlu edecek seviyede idi. İstanbul’a döndüğümüzde ‘Keşfetmekten yılmamalıyız… Ve tüm keşiflerimizin sonu başladığımız yere dönmek ve orayı ilk kez tanımak olmalı…” diyen T.S. Eliot’a katılmamak pek de mümkün değildi.