Kendini Adamak…

Bu toprakların ve denizlerin insanı olarak doğmanın bir nedeni olmalı, burada doğmak bize bir görev yüklemiş… Dünyanın en önemli kültür miraslarının üzerinde yaşadığımıza göre, bu mirası topraktan ve denizlerden çıkartıp, dünya ile paylaşmak gerekiyor.

Bir buçuk yıldır yaşadığım Bodrum’da, varlığını bile duymadığım bir merkezi ziyaret ettim geçen gün. Adı INA (Sualtı Arkeolojisi Enstitüsü) Araştırma Merkezi. Enstitünün merkezi ABD Texas’da A&M Üniversitesi bünyesindeymiş.

Avcılık -toplayıcılıktan, yerleşime geçen insanlığın kurduğu ilk uygarlıkların toprakları üzerinde yaşayan bizler, aynı zamanda dünyanın en eski su ticaret yollarıyla da çevrili olmanın şansına sahibiz. Tarihi batıkların bulunduğu sularla çevrili ülkemiz, dünyada bu konuyla ilişkili insanların ilgi odağıymış doğal olarak.

Finli bir arkadaşımın ön ayak olup düzenlediği yirmi kişiyle sınırlı ziyaretimizde, kendime şaştım kaldım aslında. Bodrum kalesindeki Sualtı Arkeoloji Müzesini gezmiş biri olarak, binlerce yıldır denizin altında bekleyen batıklardan çıkarılan nesnelerin sergilenme aşamasına geliş hikâyelerini daha önce düşünememiş olmama şaşırdım.

INSTITUTE OF NAUTICAL ARCHAEOLOGY (INA) TÜRKİYE, TÜRKİYE SUALTI VAKFI ve BODRUM SU ALTI MÜZESİ’ yle birlikte çalışmalarını yürütüyor.

Arabamı enstitünün sokağına park ederken, binanın güzelliğine vuruldum önce. Mimari projesi Turgut Cansever’e ait olan taş yapının giriş bahçesinde, günümüzde antika sayılan basınç odaları sergileniyor. İçeri girdiğimde grup arkadaşlarımın hepsinin geldiğini ve bize rehberlik edecek enstitü müdürü Tuba hanımın toplu fotoğrafımızı almak için beklediğini gördüm. Gülüşünün yüzüne çok yakıştığı bu genç arkeolog hanım, 1991 den beri kuruluşta çalışıyormuş. Klasik arkeoloji okuduktan sonra, Muğla Üniversitesinde arkeoloji üzerine yüksek lisans çalışması yapmış.

İkiye ayrılan gurubumuzun benim olduğum kolu, enstitünün kütüphanesine girdi önce. Bu kütüphane konuyla ilgili dünyanın sayılı eserlerinin toplandığı çok önemli bir başvuru merkezi olarak biliniyormuş. Basılı kitaplarının yanı sıra, dijital kayıt sayısıyla da gurur duyulan kütüphaneye, dünyanın her ülkesinden lisansüstü ve doktora çalışması yapanların, çalışmalarında kullanacakları kaynaklar için akın akın geldiklerini öğrenmek, sanki bu olayda katkım varmış gibi birden bedenime mutluluk yayan hislerle dolmama neden oldu. Kütüphanenin müdürü olan hanım, işine kendini adamışlardan biri olarak, oluşturduğu düzeni bizimle paylaştı. Yaşı çok eski kitapların yer aldığı camlı dolaptakileri kullanmak isteyenlere, yaşları itibarıyla ciltlerinin kolaylıkla dağılabileceği sebebiyle bu kitapları vermemek gerektiğini, bu yüzden de onları digital ortama aktarıp, paylaştıklarını anlattı. Enstitünün yaptığı batık çıkarma çalışmalarından Serçe Limanı ve Yassıada Batığı’nın kitaplaşmış hallerini bize gösterdi. “Çalışmaların yapılma nedeni bu kitapları hazırlayabilmek” dediklerinde kocaman yutkundum. O aşamada, yani kütüphanede otururken, çalışmaların neler olduğuna dair henüz hiçbir şey bir şey bilmiyordum. Her nedense, çalışmalar, hep müze sergilemeleri için yapılırmış gibi düşünmüşüm. Oysa arkeoloji biliminin insanları, yaptıkları bütün çalışmaları gelecek kuşaklar için kayıt altına alıyorlar, bir anlamda da dünya arkeoloji tarihine isimlerini yazdırıyorlar. Karada yapılan kazılar da kazı başkanlarının adlarıyla anılmazlar mı? Temsili çizimlerle zenginleştirilmiş, oldukça kapsamlı, ansiklopedi boyutlarında olan bu kitaplar, batık için yıllar boyu sürdürdükleri çalışmaları ihtiva ediyor. Bu çalışmalar, insanoğlunun yaşadığı büyük maceranın nerelerden geçtiğinin cevapları oluyor, bir anlamda tarihteki boşlukları dolduruyor. Biz kimdik, nasıl yaşardık, neler kullanırdık, neler severdik, yaşam şartlarımız neydi, ne yerdik, ne içerdik? Bütün bu sorular onlarca yıldır merak edenlerin kafasını kurcalamış. XIX. yy’dan beri de böylesi insanlar kendilerini cevapları bulmaya adamışlar.

Kütüphanenin etkileyici havasından, kitapların yaydığı sıcaklıktan, laboratuarların serinliğine doğru geçiş yaptık. Laboratuarlarda çalışan bilim insanlarının uğraşlarını tek tek ve adım adım izledikten sonra, kendini adamanın ne demek olduğunu çok daha derinlemesine algılayıp, bir ibadethane duygusu yaratan binadan saygıyla ayrıldım.

Bu ziyaretin bende ki yankısını paylaşmak istiyorum sizlerle. Nicholas Murray’in bir sözünü anımsattı bana: “Bir şey üreten ve olayları olduran küçük bir seçkin grup, Olup biteni seyreden oldukça büyük ikinci grup, Nelerin olup bittiğini bilmeyen muazzam kalabalık.” Kendimi ikinci, hatta bazen son gurupta hissediyorum.

Şöyle bir düş kurdum: Bu toprakların ve denizlerin insanı olarak doğmanın bir nedeni olmalı, burada doğmak bize bir görev yüklemiş besbelli. Dünyanın en önemli kültür miraslarının üzerinde yaşadığımıza göre, bu mirası topraktan ve denizlerden çıkartıp, dünya ile paylaşmak görevini. Bu büyük görevi içimizde hissetmiş olsaydık, kendimizi bu konuya adasaydık, ortaya çıkartacağımız zenginlikle, dünyadaki maddi ve manevi sıralamada önlere yerleşirdik kanımca. En azından bugün güçlü kapitalist ülkelerin kötü bir kopyası olmaya çalışırken harcadığımız dikkat ve beceriyi bu konuda gösterseydik, farklılığımızı ortaya koyarak dünyadaki zenginliğe, çeşitliliğe katkımız olurdu. Bacasız endüstri denilen turizmin yıldızı olurduk. Çünkü bizim “öf, bu iki çanak çömlek yüzünden çalışmamız gecikiyor!” zihniyetimizin tersine, dünyanın o, çanak ve çömlekler için müzeleri doldurduğunu ve bu müzelere sahip belli başlı merkezlerin aldığı ziyaretçi sayısını biliyorum.

Bu topraklardaki kazılardan on altı yıldır sürdürülen Göbeklitepe gibi bütün dünya tarihinin ezberini bozacak bazıları, medyamızda daha yeni yeni dillenmeye başladı. Yakından tanıdığım bir dostum kendi gibi konuya ilgi duyanlarla bir araya gelip, kendini bu ören yerinin düzenlenmesine adadı.

İşte benim düşüm de bu: Bizden önceki kuşakların önemsemediklerini önemseyip, zenginliğimizi fark edip, kendimizi dünya mirasının çıkarılmasına ve sergilenerek insanlıkla paylaşılmasına adamak. Ne dersiniz, bu düş, hayata geçirilemeyecek ölçüde devasa mı?

İstanbul Yenikapı’da Marmaray tüneli kazılırken bulunan otuz altı batığın, sekiz adedinin, enstitü’de yeniden hayata döndürülüşünü bizlere detayıyla anlatan, Müdür Tuba hanım, yüzde elli oranında yükü ve ahşabıyla birlikte bulunan bu inanılmaz mirası bile dünyaya satamadık diye yazıklanıyordu. Gerçekten bunları “satamaz” mıydık? Belki de yönümüz doğru değil, belki de yolumuzu kaybetmişiz. Farklılığımızı kavrayamamışız belki de…

Eğer yaşadığınız köy deniz kenarında kurulmuşsa çocuklarınız balıkçı olmalı, ekonomist ya da inşaat mühendisi değil. Üniversitelerimizdeki Arkeoloji bölümlerimizin desteklenmesi ve yetişen arkeologlarımızın değerlendirilmesi dileğiyle, onların kendilerini adadıkları işleri önünde saygıyla eğiliyorum.

ÖNEMLİ NOT: Yazım bittikten sonra Kültür Bakanlığının kanunda yaptığı bir değişiklikle, kültür varlıklarımızın müzelerde sergilenmeyen bölümünün satışa çıkarılacağı konusunun gündeme geldiğini öğrendim. Dünya mirasımızı satmaya karar veren zihniyete karşı yapabileceklerimiz olabilmeli.

Gülengül Anıl

Önceki İçerikGürcistan’ın Bodrumu Batum
Sonraki İçerikGülben Ergen “Çocuklar Gülsün Diye”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz