Pek çoğumuzun merak ettiği bir kıtadır Afrika. Safari turları, insanlar, farklı kabileler, inanışlar… Gözünüzün önüne adeta bir belgesel getiriyoruz bu sayfada… Sema Büyüksıvacı, gezdi, gördü ve yaşadıklarını bizlerle paylaştı.
Bu geziye çıkacağımı söylediğimde çoğu kişinin tepkisini aldığımdan ürkmüştüm. Daha seyahate başlamadan sarıhumma aşısı zaten üstüne tuz biber ekmişti. Ama içimdeki gezme dürtüsü, yeni yerler görme isteği baskın gelmişti. Böylelikle Afrika rüyası başlamış oldu.
İlkönce, Kenya’nın başkenti Nairobi’ye indik. Orada The Stanley otelde kalıp, sabah kahvaltıdan sonra Masai Mara safari bölgesine hareket etmemiz gerekiyordu. Uçak zamanına kadar Nairobi’yı gezmeye başladık. Zürafaların bulunduğu özel parka gittik. Zürafaları elle besleme çok ilginçti. İki Zürafanın isimleri vardı ve kovaya vurarak çağırıyorlardı onlar da gelip bizim elimizden yiyorlardı, resim çekmemize müsaade ediyorlardı. Buradan yerel mağazaya geçerek hediyelik eşyalar alarak arazi uçağımız olan pırpırlara yok aldık. Arazi küçük on kişilik uçağımıza bindik ama korkmamak elde değildi. Hayatımda ilk kez böyle bir deneyim olacaktı. Bugüne kadar normal uçaktan korkarken küçüğüne binmek benim ve arkadaşlarım için takdire şayan durumdu. Şu an yazarken bile yüreğimin hop ettiğini söyleyebilirim. Pır pır ederek çölün ortasına indik. Orada yeşil büyük eski Amerikan jipler bizi almak için bekliyorlardı. Araçlarımızla kampa geçene kadar hava kararmaya başlamıştı.Heyecanla etrafımızı görmeye çalışıyorduk.
Eli mızraklı aydınlık fenerleri diye ad taktığım zenciler bizi karşıladı.Kampın Müdürü kampla ilgili bilgileri verdikten sonra eli mızraklı adamlarla çadırlarımıza götürüldük.
Ormanın içini düşünün, önünüzde eli fenerli ve mızraklı bir kişi ve siz onu takip ederek ilerliyorsunuz. Neyle karışılacağınızı bilmiyorsunuz. Ne kadar heyecanlı değil mi?
Karanlık olduğundan bize hizmet edecek olan eli mızraklı rehberimiz, banyo yapabileceğimizi ve dışarıda bekleyeceğini bir şeye ihtiyacınız olduğunda seslenmemizi söyledi. Biz de çok yorgun olduğumuzdan duş alalım dedik. Fakat gece olunca zili çalmamızı tek başına çadırdan dışarı çıkmamızı tehlikeli olduğunu iletti. Çadırımız son derece lüks temiz, yataklar cibinlikli ve her türlü konfor vardı.Duş almaya girdiğimde su bitince dışarıdaki yardımcımıza seslenerek tulumbaya su doldurarak işimizi bitirebildik. Biraz dinlendikten sonra yardımcımızla beraber kampın yemek alanına gittik. Açık alanda sinek ve çeşitli böceklerin bolca olduğu ağaçlık alanda yemeğimizi yedikten sonra ateşin başına geçip gruptaki arkadaşlarımızla sohbete başladık. Bu arada değişik hayvan seslerinin arasında bu hangi hayvana ait diye birbirimize sorup eğlendiğimiz bir gece oldu… Bizlere yerel giysilerle yerel danslarının gösterisini sundular. Onlarla eğlendikten sonra yorgunluk hepimizde baş göstermeye başladığında çadırlarımıza geçtik. Dışarıdaki hipopotamusun sesleriyle uykuya daldık. Sabah erkenden Safariye çıkacağımızdan kahvaltıyı yanımıza alarak orada güvenli bir yerde kahvaltı edebileceğimizi söylediler ve üç gruba ayrılarak jiplerımıze bindik. Heyecanla beklediğimiz Safarimiz başladı.
Çeşitli hayvan sürülerine yaklaşarak resimlerle bu anları fotoğrafladık. Discovery kanalında izlediğimiz hayvanları doğada çıplak gözle görmek mükemmeldi. Şoförlerimiz güvenli yere götürerek doğanın keyfini çıkararak kahvaltı yaptık. Sonra tekrar safarimize devam ettik. Kampa gelip dinlendikten sonra akşamüzeri gün batımını resimlemek için yola çıktık. Bu iki günde Afrika beşlisi denilen hayvanlardan üçünü görebilmiştik. Fil, buffalo ve aslan, bunun yanı sıra zürafa, zebra, antilop, çıta, sırtlan, hipopotamus, deve kuşu ve kuş tiplerinin değişik çeşitlerini gördük.
Daha sonra Masai Mara’da yerli kabilenin yaşadığı köyü görmek için yola koyulduk. Köy sekiz tane tezekten yapılmış kulübelerle çevrili alanda yaşayan yarı insan yarı hayvan olarak değerlendirdiğim bir topluluktu. Çünkü hayvanlarıyla birlikte yatıyor onlarla yaşıyorlardı. İnsanlara karşı tepkisiz bakıyorlar konuşmuyorlar sinekler yüzlerinin her yerinde ama rahatsız olmuyorlar aynı hayvanlar gibi buna çok şaşırmıştım. Ortalık hayvan pislikleriyle dolu ne yiyecek ne içecek su vardı. Turistler için yapılmış gibi gelse de, buna inanmak benim için zorlaşıyordu. Yerel danslarını, nasıl ateş yaktıklarını ve yaşadıkları kulübenin içlerini gösterdiler. Yattıkları yeri, yedikleri yemekleri görünce insanlığımdan utandım. Rehberlik yapan yerli, üniversitede okuduğunu, bitirdikten sonra tekrar köyüne gelip burada yaşayacağını söylediğinde bir kez daha şok olmuştum. Neden bir genç her şeyin farkında olup da böyle bir yerde yaşamaya devam edeceğini anlamak mümkün değildi. Gelenekler bu kadar mı insanların içlerine işlemişti?
Bu çok düşündürücüydü. Kendilerine özgü hediyelik eşyalarını satarak ihtiyaçlarını giderdiklerini açıklamışlardı. Çoğu arkadaşımız buradan alışveriş yaparak katkıda bulundular. Sonra kampa dönerek dinlenmeye çekildik ve akşam için tekrar safariye hazırlandık. Ertesi sabah kahvaltıdan sonra safaride kamp maceramızdan güzel anıları konuşarak ayrıldık. Tanzanya Zanzibar için yola çıktık.
Zanzibar’a gitmek apayrı bir deneyimdi. Hayatımda ilk kez uçakla üç havaalanına inip bindik. Aynı ada vapuru gibiydi. Sonunda Zanzibar Taş Şehri’ne indiğimizde çok mutlu oldum. Yeterince yukarı aşağı dolanmaktan hafif sarhoş olmuş durumdaydım…Taş şehir içinde Swaili House oteline yerleşerek etrafı keşfetmeye başladık. Dar sokaklar arasında dolaşarak sahile indik. Gruptaki arkadaşlarımızla akşam yemeğimizi değişik yerlerde yedik. Yemekler genelde deniz ürünleri ağırlıklıydı ve çok lezzetliydi. Daha sonraki, gün bizleri baharat ağaçlarının bulunduğu ormana götürerek; oradaki karanfil, tarçın, zerdeçal, ginseng, limon, karabiber, vanilya ağaçlarıyla ilgili bilgiler vererek; dalından hindistan cevizi ikram ettiler. Çeşitli meyvelerin tadına bakarken yapraklardan taç, kolye ve bilezik yaparak bizlere takmaları hoş bir anıydı. Tabii bu arada benim başıma gelen ilginç olayı anlatmadan geçemeyeceğim. Bütün baharatların yapraklarını elimize verip ezerek, kokularından tanıyabileceğimizi gösterdiler. Bende hepsini bu şekilde tanımaya çalışırken, çok terlediğimden ellerimle yüzümü sıvazladım. Birden yüzümüm yandığını ve karıncalandığını hissettim. Yanımda tesadüfen su şişesi vardı.
Hemen yüzümü yıkayarak rahatlamaya çalıştım ama bu bana unutamayacağım bir anı yaşattı. Bundan sonra sıcaklarda hep boynumda şal taşıdım. Zanzibar da, diğer Afrika ülkeleri gibi sömürülmüş… Baharatla, adanın kaderi değişmiş ve köle ticareti merkezi haline gelmiş. Şehrin çoğu yerinde köle ticareti ile ilgili izleri görmek beni insanlığımdan utandırmıştı.Dar sokaklarda gezerken tahta oymacılığı hele de kapılardaki takdire şayandı…
Taş şehir’deki iki günün ardından adanın kuzeydoğusundaki Kiwengva Hint okyanusunun kıyısındaki Ocean Paradise Resort oteline geçtik. O an, “Cennetten bir köşe, olsa olsa böyle olur” dedim. Kartpostallarda gördüğüm gibiydi. Bu kadar doğa güzelliği olan ve bakir kalmış yerlerden biriydi. Hele de okyanusun kenarındaki elle yapılmış dhow denilen yelkenlileri görünce; yok artık bu zamanda dediğimi hatırlıyorum.
Med-ceziri çıplak gözle izlemek ayrı heyecandı. Sabah deniz 200 metre çekiliyor. Öğleden sonra geri geliyor. Akşama tekrar doğa aynı işlemi yapıyordu. Çekildiğinde kumların üstünde yosun ve deniz böcekleri toplayan ada halkını görüyordunuz. Beyaz kumun üzerinde gece yıldızların altında yürümek ve ayaklarınızın önünden sizinle yürüyen deniz böcekleri burası bizim yerimiz ne işiniz var der gibiydiler… Zanzibar ada olarak Tanzanya’nın tanınmasına bayağı bir katkıda bulunmuş bence… Yorucu günlerden sonra tatil yapmak çok iyi gelmişti. Ertesi günü elle yapılmış yelkenliyle Hint okyanusunda dolaşmaya çıktık. Yelkenlinin sahibi yerli köyünün yakınında olduğunu görmek isteyip istemeyeceğimizi sorduğunda hemen kabul ettik. Küçücük yelkenliye altı kişi binmek ayrı bir deneyimdi. Hepimiz baştan aşağı ıslanmıştık.
Bazılarımızda sadece mayo vardı. Yerli köye böyle gezemeyeceğimizden oraya ait örtüler verdi bize ancak öyle köye girebileceğimizi söyledi.Tek katlı yapılmış evler, önlerinde küçük leğenlerde çamaşır yıkayan kadınlar ve oynayan çocuklar vardı. Fakat kesinlikle resim çekmemize izin vermiyorlardı. Çünkü adanın yüzde doksanı Müslümanlardan oluşuyordu ve yabancıların onların hayatlarını resimlememize karşı çıkıyorlardı. Bağnazlık,kirlilik ve tembellikte, zannediyorum, Arapların etkisi vardı. Orada bugüne kadar görmediğim değişik okyanus balıklarını incelemek benim için farklı bir deneyimdi. Daha sonra yerli kadınlara kına yaptırdık ve değişik işlemeleri elbiselerden alarak beyaz kumun keyfini çıkardık. Rüya gibi iki günden sonra Tanzanya’nın baş şehri Dar’ü Selam’a feribotla yola çıktık. Hayatımda bu kadar kalabalık ve pis bir şehir görmemiştim. Burası ticaret ve liman şehri olduğundan kargaşalık hat safhadaydı. Şehrin bazı yerlerini gezip alışveriş yaptıktan sonra en iyi otellerinden birine yerleşerek yemek yiyip sohbet ederek yorgunluğumuzu hafifletip uçak saatimizi beklemeye başladık.
Herkesin hayatının belli bir döneminde Afrika seyahati yapmasının deneyimini yaşamasını tavsiye ediyorum. Bunu ancak yaşayarak anlayabileceğinizi ve onların dilinde Jambo diyerek yazıma son veriyorum. Jambo demek, bizim dilimizdeki merhaba anlamında. Bunu her şeye rağmen gülerek söyleyebilmeleri ise daha da güzel…