Onu ilk gördüğümde okyanus aşırı bir yolculuk üstüne kuzey Amerika kıtasında uzun bir uçuş yapmış, yorgunluktan çok, zaman farkının yarattığı jet hastalığı (jet lag) nedeniyle yamuk yumuk olmuştum. Havaalanında hiç tanımadığım insanlarca karşılanmış, bu kez de karadan bir saat yol kat ederek, yerel saatle gece yarısına doğru (bana göre ertesi günün öğlesi) varmıştık oraya. Çok sıcak ve nemli bir yaz gecesiydi. Hani siyahın çok yakıştığı o yaz gecelerinden biri… Üstelik nöbetçi cırcır böceği korosu harıl harıl çalışmaktaydı. Misisipi Nehri’nin kollarından birine, nemden sırılsıklam olmuş yeşil çayırlarla ulaşan bir binanın önünde durduk. Binanın adı Mayflower’dı ama bu isim bana bahar çiçeklerinden çok Amerika’ya 1620’de ilk koloniyi getiren o meşhur geminin adını çağrıştırmıştı o gece. Mayflower binasının sekizinci katında asansör durdu. Sekizinci kat en üsttekiydi. Asansörden inince onu gördüm ve irkildim.
Upuzundu. Çok uzundu! Sessiz, dümdüz ve en önemlisi çok kayıtsızdı. Bu, görmüş-geçirmiş, yaşamış ve çoktan başarmış karakterlere özgü, fena halde tahrik edici bir kayıtsızlıktı. Hani şu, anlayan hiç kimsenin kayıtsız kalamayacağı türden bir kayıtsızlık!
Duvardan duvara artık eskimiş bordomsu bir halıyla kaplıydı ve iki yanında kapılar diziliydi. Tavanında, her kapının tam önüne denk düşecek biçimde floresan lambalar ve belirli aralıklarla tekrarlanan yangın alarmları asılıydı. Yani belki sıradan bir otel koridoruna benzemesine karşın, kendi hikâyesi olan herkes gibi o da çok farklıydı. O gece anlamıştım, bu Koridor’un yakıcı bir gizemi vardı ve benim yaşantımda önemli bir yer tutacaktı. Daha sonra Koridor’un benden önce ve sonra başkaları için de benzer bir etkisi olduğunu öğrenecek, ama hiç şaşırmayacaktım! Sonraki 100 gün o Koridor’a bağlı bir odada yaşadım. Çünkü adına ‘Yazar Kolonisi’ de denen, prestijli bir edebiyat programına bursla davet edilmiştim.
Koridor daima aydınlıktı. Fazlasıyla aydınlıktı. Sabah, akşam, öğle sonraları ve bütün gece hep aydınlıktı. Ama bu aydınlık sadece bir aldatmacaydı. Çünkü ancak karanlıktan korkanlar bu kadar çok ışığa saklanırlar. Derhal Koridor’un özgeçmişini ve soy ağacını araştırmaya koyuldum. Ön çalışmam sonunda elde ettiklerim ilginçti. Koridor’un iki yanında dizili odalara tam 29 yıl boyunca her yıl otuz farklı ülkeden, yaşları 25 ile 60 arasında değişen 36 tane yaratıcı-yazar, 36 romancı, hikâyeci, şair ve tiyatro yazarı geliyor, burada aylarca yaşayıp, sonra Koridor’u terk ediyordu. Koridor tam gidenlerin ayak izleri ve düşleriyle oynaşırken, yenileri geliyor, onlar gidince yeniden yenileri… Koridor, yıllardır bu kadar yoğun düşgücünü ağırlamaktan bir sevinç boğulması yaşamış, aşırı doyum sonrası yorgunluğuyla bilinenlerden farklı bir yalnızlığa düşmüştü. Koridor’un sürekli aydınlık kalmasını, bu durum karşısında geliştirdiği bir çeşit savunma mekanizması olarak algılamıştım. Yanılmışım!
Dikkatle düşünülünce Koridor’un işinin güç olduğu reddedilemezdi. Her kapının arkasında, bütün gereksinimlerini bir valize sığdırabilecek kadar yalın, ama düşleri ve düşünceleri ciltlerce kitaba sığmayan birer yazar vardı. İşte bu düşgücü yoğunluğu ve sürekliliğiydi Koridor’u allak bullak ederek farklı kılan. Üzerine sinmiş o küstah ilgisizlikse bu sıkıntının bir sonucu olmalıydı. Yine de elimdeki bulgu ve açıklamalar bana yetersiz geliyor, kendimi bu gizemli Koridor’la didişmeyi kesecek kadar rahatlamış hissedemiyordum. Böylece gece araştırmalarına başladım. Koridor’daki ikinci haftamdı ve gizli çalışmalarım için hemen işe koyuldum.
Gece yarısını birkaç saat geçe, ikinci yazımını yapmakta olduğum Kumral Ada~Mavi Tuna romanının başından kalkıp, kulağımı Koridor’a açılan 832 numaralı odamın kapısına dayıyordum. Sessizliğin derinliğine kanaat getirince bütün cesaretimi toplayıp, ayaklarımın ucuna basarak Koridor’a çıkıyordum. Koridor zaten hep sessizdi ama bu bildiğimiz sessizlikten daha sivri bir yalnızlık, daha ürpertici bir serinlik taşıyordu. Ürperirdim. Herhalde bilirsiniz, bir sırrı çözmek için kapılarını açanlar, sonuna dek gitmek üzere yola çıktıklarını bilen, korkuyla cesaretin arasına meraktan bir köprü örmeyi öğrenmiş olanlardır. Bütün cesaretimi toplayıp, sabaha karşı saatlerde Koridor’u baştanbaşa yürür ve gizeminin sesini duymaya çabalardım.
Her kapının üzerinde bir etiket vardı. Geçen 29 yılda bu etiketlerde değişik yazarların adları ve anadilini kullandıkları ülkeler yazılıydı ve sonraki yıllarda da öyle olacaktı. (Hintliler, Sri Lankalılar ve Güney Afrika Cumhuriyet’inde kendi anadilleri dışında öz edebiyatlarını yapmak zorunda kalmış, koloni edebiyatçıları maalesef hariç! Anadili dışında yazan edebiyatçılar hep hüzün kaynağıdır benim için…) Bu kapılardan yalnızca bir tanesinde göz deliği vardı ve o kapı benim kapımdı! Çünkü 832 numaralı oda alt katlarda uygulanan sisteme göre koridor görevlisinin odasıydı. Ama alttaki yedi katta uygulanan hiçbir kural sekizinci katta geçerli değildi. İşte kapısında göz deliği olan o tek oda bana denk düşmüştü. Bu göz-delikli kapı diğer yazarlar arasında esprilere yol açsa da Koridor ve ben bunun bir tesadüf olmadığını biliyorduk!
Geceyle sabahın buluştuğu saatlerde Koridor’da yaptığım araştırmalarda kapıların üzerindeki adları okuyor ve aklımda tutmaya çalışıyordum. Tam karşımda William Taylor-Yeni Zelanda, onun yanında Raj Rao-Hindistan yazılıydı. Diğerlerindeyse; Juan Carlos Orihiula-Bolivya, Stephan Sander-Hollanda, Mila Haugova-Slovakya, Bronislaw Maj-Polonya, Catherine Zimdahl-Avusturalya, Milton Hatoum-Brezilya, Mustafa Mesnevi-Fas, Liutauras Degesys-Litvanya, Serah Miwangi-Kenya, Roberto Ampuero-Şili, Kim In Ae-Güney Kore, Victor Pelevin-Rusya, Miclos Molnar-Macaristan, Janine Mircevska-Makedonya diye devam ediyordu… Mutfak ve banyosu yan odadaki kişiyle (yazarla)paylaşılan odaları yaşatan bu Koridor, yazarlar tarafından baştan çıkarılmadan önce tıpkı alttakiler gibi bir öğrenci yurdunun sıradan bir koridoruydu. Ama o artık yalnızca bir koridor değil, o baş harfi büyük yazılan özel isim bir Koridor (İngilizce’de ‘The Hall’) olmuştu.
Benim odamın yanındaki kapıda erotik hikâye yazarı Arjantinli Viviana Lysyj vardı ve o geceleri yaşar, gündüzleri uyurdu. Kapılardaki adlar beni kandıramadı elbette! Çünkü şimdi benim ve içimizden bazılarının da gizlice yaptığından emin olduğum Koridor’un sırrı araştırmasını, yıllar önce aynı Koridor’da çıplak ayaklarla dolaştığı anlatılan Gabriel García Màrquez de yapmıştı. Henüz Nobel kazanmamış Marquez’in şimdi benim geceleri sırrını aradığım bu koridorda dolaştığını düşünmek bile başlı başına büyük bir ilham kaynağıydı. Ustalarına değer veren yazarlar onların ayak izlerinin anlamını da bilir. Amerika’nın en sıkıcı ve tutucu şehirlerinden biri olan Iowa’da Marquez gibi bir Latin Amerikalı yazarın ne kadar sıkıldığını düşünmek hiç zor değildi. Ancak onun Iowa’da yaptığı hınzırlıklar ve yaramazlıklar hâlâ konuşuluyordu. (Yıllar sonra aynı koridordan geçen bir başka yazar da Nobel alacaktı: Orhan Pamuk) Dediğim gibi bu Koridor, herhangi bir koridor değildi. Benden önce Şilili büyük José Donoso, Leyla Erbil, Nazlı Eray, Güven Turan, Orhan Pamuk, Bilgin Adalı da izlerini bırakmıştı oraya.
Koridor kendisini ele vermemek için uğraştıkça iş Arapsaçına dönmüş, ben de sırlar üzerine derin derin düşünmeye başlamıştım. Sırlar, ağırlıklarına göre değişiyorlardı. Örneğin, katillerin, hırsız ve yalancıların sırları ağırdı. Avukatların sırları çok katmanlı, sofistikeydi. Müzisyenlerin sırları yoktur, olamaz. Doktorların sırları hep isimsizdir, öyle kalacaktır. Aşçılarınki en lezzetli sırlardır. Âşıkların sırları çok sıcak ve kıvamlıdır. Ressamlarınki dilsizdir. Politikacıların sırları ümitsiz, uzak deniz kaptanlarınınki sisli, fırtınalı, dalgalıdır. Yazar ve şairlere gelince… Yazar ve şairlerin sırları tehlikelidir! Çünkü onlar hayatın en yakıcı ve mutlak yalnızlığının bizzat tanıklarıdır! Yazarlar ve şairler mutlak yalnızlığı en yakından tanıdıkları için saatlerce, günlerce, aylar ve yıllarca sözcüklerle yapayalnız kalabilirler. Bu çileli çığlığı atabilmek de yalnız kalmayı gerektirmektedir zaten. Çünkü yazmak ve yalnızlık ancak bir arada var olabilir. Aksi imkânsızdır! Bu yüzden yazarlar acının ve sevincin içindeki yalnızlık ve şiddeti çıplak gözle görebilen insanlardır. Ve insan dünyasında hiçbir şey ama hiçbir şey sözcükler kadar ağır, yoğun ve sert değildir! Ne sesler, ne renkler, ne kokular… Sözcüklerin girinti ve çıkıntıları insanı yaralamakta ve sevinçten çıldırtmakta rakipsizdir! Kavramların hayal gücünü gıdıklama yeteneği olağanüstüdür, hiçbir canlı imge veya ses, kavramlar kadar düş gücünü zorlayamaz! İşte Koridor’un sırrı buydu!
Koridor yıllardır yazarlar ve şairlerle yaşıyor, onlar gidince de her yanına sinmiş sözcüklerden kurtulamıyordu. Kurtulduğunu, doğasına ve saflığına döndüğünü sandığında orada kalan sözcükler ve ayak izleri onu çıldırtan halüsinasyonlar yaşamasına yol açıyordu. Gerçek ve düş dünyanın hiçbir başka koridorunda bu kadar yoğun olarak içiçe yaşanmıyordu, yaşanamazdı da! Koridor artık koridorluktan çıkmış, kendini insan sanmaya başlayan androidler misali, o da yazmak istiyordu. Ve tabii gerçekle örtüşmeyen bütün çıldırtıcı arzular gibi bu da kahrediciydi. O her yıl daha çok yalnızlaşıyordu. ‘Koridor’unki bir çeşit kara sevdaydı!
1967’den başlayarak, 108 ülkeden bin yazarın katıldığı (şimdilerde) üçer aylık ‘Iowa Yazarlar Programı’nın (IWP) geçen yıl Türkiye’den yazar konuğu bendim.(1996) Iowa, daha önce öğrenci olarak yaşadığım Michigan eyaletinin de içinde bulunduğu Orta-Batı (mid-west) Amerika bölgesindeydi ve mısır tarlaları imgesiyle, entelektüellerin gözünde taşralı bir kimliği vardı. Evet, hayatı sosyal ve kültürel etkinlikler odağında yaşamayı sevenler için Iowa’da sürekli yaşamak bir karabasan olabilirdi. Ama sadece ve sadece kurgu yazarları ile şairlerin oluşturduğu yaratıcı-edebiyatçıların bir arada 100 gün geçirecekleri bir program benim için cehennemdeki tek cennetti(r)! Bu bursla sağlanan 100 günlük deneyim asla doğal olmayan, tıpkı bizim yazdığımız romanlar ve hikâyeler gibi kurgulanmış bir buluşmaydı ve tüylerimi ürpertecek kadar Balık İzlerinin Sesi adlı romanımdaki laytmotife (leitmotiv) benzemekteydi. Ben bunları yaşayacağımı sanki yıllar önce biliyordum da… Romanın İngilizce çevirisini okuyan yazarlar arasında,’Peki biz burada normalleştiriliyor muyuz şimdi?’ diye, soranlar hiç de az değildi. Deja vu!
Daha önce de benzer yabancı ülkelerde (Finlandiya, Almanya ve İngiltere’de) edebiyat toplantı ve seminerlerine katılmıştım. Fakat o toplantılara gazeteci-yazar, edebiyat tarihçisi, araştırmacı, eleştirmen, akademisyen, çevirmen ve denemeci gibi kurgu dışındaki edebiyatçılar da katıldığı için, ’yaratıcı-yazarlar’ doğal olarak kendilerine benzemeyen bu heterojen toplulukta maske ve zırhlarıyla dolaşıyorlardı. Oysa Iowa Üniversitesi’nin edebiyat programında ne maske, ne zırh mümkündü; hepimiz kurgu yazarı-şairdik ve bir bakışta birbirimizi tanıyabiliyorduk. Çünkü kurgu yazarları…
Iowa City’nin Java House adlı şahane kafesi, bir okuma yapma şansına sahip olduğum Prairie Lights (Bozkır Işıkları) adlı üç katlı kitapçı-kafesi, sahiplerinden içeriğine kadar baştanbaşa bir serüven olan Haunted Bookshop (tekin olmayan –perili sahaf) adlı sahaf, Bijou adlı ‘sinematek’iyle küçük ve sevimli bir üniversite kasabası olduğunu söylemek dürüstlük olacaktır. Ayrıca o müthiş karanfilli ince puro Nat Sherman’s A Touch of Clove’u da burada keşfettiğimi de unutamam. Ama mısır tarlaları(Iowa’ya lakap taktıran mısırlar bu ünü hak edecek kadar tatlı ve lezzetli!) ve inekleriyle gerçek bir kır hayatı yaşanan bu eyalet, belki de yazarlar programının yapılması için seçilecek en ironik coğrafya!
Iowa Yazarlar Programı’ndan geriye beş-altı tane çok güzel dostluk (ikisiyle Türkiye’de, biriyle Casablanca’da yeniden buluşuldu bile) ve pek çok özel anı kaldı. Ama bence bu ‘yazar kolonisi’nin en önemlisi karakteri: o ‘Koridor’dur. Biliyorum, Koridor’a bıraktığım düşler ve ayak izlerim, öbürleriyle karışarak derinleşecek ve canlılığını sürdürecektir. Ve koridor, sırrını çözen yazarlar arasında olduğumu, 832 numaralı odanın yeni konuğuna çoktan anlatmış olmalıdır bile. Çünkü o odanın kapısı, koridora gözü olan tek odaya aittir!
Buket Uzuner