Bugüne kadar birçok yeri gezdim. Fakat bir türlü Mardin’i çok istememe rağmen gidememiştim. Sonunda sitedeki arkadaşlarımla ayarlayıp on bayan arkadaş Mardin gezisine çıkabildik. Mardin Bölgesi Mezopotamya’nın beşiği olarak bütün kültürlerin uğrak yerini görmek çok istiyordum. İki saatlik uçuştan sonra ilkönce sıcak bir hava bizi havaalanında karşıladı. Sonra bizi bekleyen minibüsümüzün şoförü bizi aldı.
Mardin’in içine doğru yol aldık. Yorgunluğumuzu atmak adına Mezopotamya adlı eski kahvesinde kakuleli kahvelerimizi ova manzarası eşliğinde içmeye başladık. Fakat yorgunluğu atarken acıkmış olduğumuza karar verdik. Buraya daha önce gelen arkadaşlarımız buranın et dürümünün çok güzel olduğunu söyleyerek almaya gittiler. Ayran eşliğinde dürümlerimizi yiyerek nefis olduğunu etinin doğallığından dolayı sanırım yedikten sonra hiç rahatsız olmadım. Böylece keşfe hazırdık. Önce en önemli manastırlarından biri olan Deyrül Zafaran’a gittik. Zafaran kelimesinin safrandan geldiğini çünkü bu manastırın etrafında safran yetiştirdiklerini öğrendim. Süryanilerin dini merkezlerinden biri olan manastır 4.yy dan kalma olduğunu, Süryaniler ilk Hristiyanlığı kabul eden Arap kavmi olarak 3000 yıldır bu topraklarda yaşamışlar.
Mezopotamya ovasına bakan yamaçta olan manastır temiz ve düzenliğiyle dikkatimi çekmişti. Kapılar ceviz den 400 yıllık, güneş tapınağında taşların arasında çimento yok. Burada güneşe karşı ibadet edildiğini, 3000 yıllık mimari olduğunu, 52 Süryani patriğinin mezarı varmış. Sandalyede doğuya karşı oturarak gömülmüşler. Hala bazı din adamlarının burada yaşadığını bize oraya ait Süryani genç bir rehber anlattı. Manastırda fresk boyama yok. Yalnızca beyaz bir beze boyalı resimler asılıydı. Manastırı gezdikten sonra bahçesinde ovaya bakan kafesinde safranlı çayımızı içerken bu çaydan almayı da ihmal etmedik. Çünkü çok beğenmiştik. Sırada Kasımiye Medresesi vardı. 15. Yy da Akkoyunlu Sultan Kasım tarafından tamamlanmış. Çünkü Artukoğulları zamanında başlamış. Taşların üzerinde çeşitli simgeler vardı .Bunlardan Lale Allah Bir’dir. Papatya ise Allah’ın 99 ismini belirtiyor. Kapının girişi alçak eğilerek girilmesinin nedeni Allaha saygı olarak nitelendiriliyor. Muhteşem bir yapı avlusunda havuza akan suyun akışının manasının ana rahminden sırat köprüsüne kadar temsil etmeseymiş.
Yani çeşmeden çıkan su doğumu, döküldüğü yer gençliği, ince oluk olgunluğu ve suların bir havuzda toplanması ölümü temsil ediyor. Daha sonra bu su kanalları toprağa akar ve toprakta tekrar can bulur. Duvarda ise karenin içinde dört tane içiçe lale var. Ters lalenin anlamı Allaha karşı kimse gelemez ve dört mezhebin simgesini gösteren pencerede şafi, Hanefi, Hambeli, maliki yazıları var. Gökteki ay yıldızı incelemek için medresesin ortasından bakıldığını, su saatinin 1206 yılında yapıldığını aslının İstanbul’da olduğunu, buranın daha sonra bilim sanat müzesi olacağını anlattılar. Ayrıca Benu Musa Kardeşlerin hokkabazlığın 100 aletinin açıklama sembolleri, Hezarfan Çelebi’nin marifetleri, Piri Reis gemi maketi vardı.
El kindi felsefi çalışmalarını içeren bir yazı vardı ki; bu benim ilgimi çekmişti. El kindi felsefeyi neyin gerçek ve doğru olduğunun belirlenmesi olarak tanımlamış. Yazısı şu şekilde devam ediyordu: Nereden gelirse gelsin gerçeğin takdir edilmesi ile ilgili olarak utanç duymamalıyız. Bizden uzak ırklardan ya da bizden farklı ülkelerden gelse bile. Gerçeği arayan biri için gerçeğin kendisinden daha aşikar bir şey olmamalıdır ve gerçeğin belirlenmesi diye bir şey yoktur. Ayrıca onu dile getiren ya da taşıyan kişinin küçülmesi söz konusu olamaz…
Bu yazılar camekanlı dolapların içinde duruyordu. Umarım yok olmaz dedim ve buraya gelenler bunları okurlar da biraz olsun feyz alırlar…
Buradan çıktıktan sonra akşam yemeği için meşhur Cerciş lokantasına gittik. İçerisi son derece otantikti. Girişte duvarlarda eski Mardin’e ait çerçeveli fotoğraflar, masada rengarenk bezlere sarılmış sabunlar, ve boncuklarla süslenmiş gümüş sürahiler vardı.
Masamıza geçtikten sonra hepimiz menüyü incelemeye başladık. Ben çok aç olmadığımdan Süryani köftesi istedim. İçli köftenin yassılaşmış pide şeklinde olanıydı. Tadı aynı içli köfteye benziyordu. Ayran elde yapma olduğundan nefisti. İçtikçe içesin gelecek kıvamdaydı. Meze tabağı çok ilginçti. Büyük bir gümüş tepside içinde kepçe kaşıklar onların içinde Mardin’e ait mezeler vardı. Bazılarını beğenerek tattım. Yemeğin sonundaki gülsuyu ile el yıkama seremonisi çok ilginçti. Hep bu güne kadar kadınlar erkeklerin eline su dökerdi. Erkek garsonların bunu yapması benim çok hoşuma gitmedi dersem yalan olur. Eğlenceli ve güzel bir yemekten sonra tekrardan buraya gelip meşhur kaburga dolmasından yemeden Mardin’den ayrılmayacağımı da söyledim. Sonra yürüyerek otelimize giderken her yerden halay ve türkü sesleri geliyordu.
Otelde terasta ovaya bakarken kendimi denize bakar gibi hissettim. Bunu söylediğimde gece Mezopotamya ya bakmak Mardin denizine bakmak diye nitelendirildiğini ve bunun böyle adlandırıldığını buraya daha önce gelen arkadaşlarımdan öğrenmiş oldum. Odalarımıza çekildiğimizde havanın çok kuru olmasından dolayı ellerim ayaklarım yüzümün kuruluğundan uyuyamadım. Sabah erkenden de kalkmış oldum. Benim gibi bazı arkadaşlarımda aynı şekilde uyuyamadıklarını dile getirince bir ben değilim diye sevindim. Sabah Mezopotamya ovasına karşı kahvaltımızı yaptıktan sonra Midyat’a gitmek için yola çıktık. Midyat’a geldiğimizde minibüsten inip yürümeye başladık. Gelüşke hanında kahve molası verdik. Bizim gezmeye geldiğimizi öğrendiklerinde kahveden sonra Midyat üzümünden ve incirinden ikram ettiler. Bu arada halay müziği çalmaya başladı. Bizlere halay gösterisi sunarken arkadaşlarımızın bazıları da halaya katılarak oynamaya başladılar. Buradaki güzel ağırlanmadan sonra turumuza Midyat Hükümet konağına giderek orada çekilmiş olan sıla dizisini de hatırlamış olduk.
Midyat’ın anlamı Ayna demekmiş. Dar sokaklarına da Abarra kapalı yol denirmiş. Midyat; Sümerler, Urartular, Makedonyalılar, Persler, Romalılar gibi birçok uygarlığın egemenliğine sahipmiş. MS 6. Yy da İslamiyet’in yayılışı ile Arap akınları başlamış. Bölgeye Abbasiler hakim olmuş. 1535 yılında Osmanlı Topraklarına katılmış. Birçok Ulusun yaşam sürdüğü bütün dinlerin kardeşçe yaşadığı antik bir kent olduğunu öğrendim. Buradan Hasan Keyif’e geçtik. 11.000 yıllık tarihi olan Hasan Keyif’e su barajı yapılacağından sular altında kalacağını öğrenmek tarihe darbe vurmak olarak algıladığımızı söylemeden geçemeyeceğim.
Cami Eyyübüler döneminde yapılmış. Allah’ın 99 ismi minarede yer alıyor. Minarenin üstüne kadar su olacağını öğrenmek daha da üzücüydü. Kale Bizanslılar tarafından yapılmış. Artuklar sonra Moğollar gelip yıkmış. Kayalık tepelerde ve derin kanyonlarda hem doğal hem de insan eliyle beş bin irili ufaklı mağaralar bulunuyor. Orta Çağdan kalma 3000 yıllık köprü ayaklarıyla Hasan Keyif’e bu görüntüyü veren Dicle Nehrinin güzelliğiydi. Bu köprünün ayaklarına bakan kafede oturup ev yapımı ayran içmek de benim için ayrıcalıktı.
Buradan Mor Gabriel Manastırına gittik. Burası hala aktif bir manastır. MS 397 yılında Bizanslılar ve Romalılar tarafından yapılmış.1615 yıllık geçmişi var. İçinde Meryem Ana Kilisesi, Resüller kilisesi, Kırk şehitler kilisesi, sekiz kemerli Odora kubbesi ve Mısırlılar kubbesi bulunmaktadır. Bu yapılar motif ve mozaikleriyle ünlü. Birçok gömü ve altın Moğollar zamanında yok oluyor. Kutsal bölümde din adamları yaşıyor ve Süryaniler bile geçemiyor. Vaftiz kurnası, hamur yoğurma taşı, üzümden şarap yapılma yerleri var. Süryanilerin ana yurdu burasıymış ama dünyaya yayılmışlar. En çoğu Hindistan’da yaşıyor. Manastırda Süryanice yazılar var buna Estrangoleye alfabesi diyorlar. İbranice, Arapça olarak konuşuyorlar. İbadetlerde Süryanice Süryaniler, Kıptiler mısırca Bulgar Ortodokslar namaz kılarmış. Bu manastırı Mor Gabriel ve Mor Samuel adında iki kişi inşa etmiş. Mezarları buradaymış. En son gömülme 1884 yılında olmuş. 12.000 kişinin mezarı varmış. Kudus’ten sonra ikinci kutsal mekanmış. 18. Yy dan sonra yaşama yerleri yapılmış. Çıkışta kapının üstünde erkek ve dişi semboller var. Ortasında üzüm hayat anlamındaymış. Burayı bize anlatan genç bir Süryani’ydi. O kadar gurur duyarak anlatıyordu ki takdir etmemek mümkün değildi. Artık çok acıkmıştık ve yemek için Beyazsu denilen yere gidecektik. Ama burası Nusaybin’deydi. Aramızdaki bazı arkadaşlarımız yolun uzun olmasından dolayı bu yeri bulamayız kaygısını yaşamadı dersem olmaz. Ne de olsa adı Nusaybin bizlere hep kötü anıları çağrıştırıyordu. Sonunda bayağı konuşmalardan sonra yemek yiyeceğimiz yeri bulabildik. O kadar çok acıkmıştık ki, yer minderlerine oturduğumuzda gözümüzün önünden yemekler geçiyordu. Geldiğimiz yer akan suyun üzerinde kurulmuş derenin üstündeydi. Tahtanın üstünde yer minderleri ve sofalar vardı. İlk önce salatalarımız geldi. Bizler saldırmış durumdaydık arkasından Alabalık ızgarası nefisti. Nefes almadan yediğimizi hatırlıyorum. Yerde oturduğumuzdan yerimizden kalkmakta epeyi zorlandık. Ama çok eğlendik. Burada akşamı yaptıktan sonra yola çıktık. Solumuzda Suriye sınırı sağımızda dağlar olduğundan neler konuşabildiğimizi tahmin edebiliyorsunuzdur. Yorgun olarak otelimize geldik.
Biraz terasta Mardin Denizini seyrettikten sonra odalarımıza çekildik. Ben yine uyuyamadım. Sabah nefis kahvaltıdan sonra Dara Harabelerine gitmek için yola çıktık. Kent İran hükümdarı Dara yuvası tarafından kurulmuş. İran ve Romalılar arasında el değiştirmiş. Romalılar kentin etrafını surlarla çevirerek kale haline getirmişler. 7.yy sonlarına doğru Emeviler, Abbasiler 15.yy da Osmanlılar’ın eline geçmiş. Dara Kent Harabeleri kayalar içine oyulmuş mağaralardan evler su bentleri saray ve kara zindanları olan bir yer. Dünya’da 3 yeraltı sarnıcı var. Birincisi İstanbul ‘da, ikincisi Dara’da, üçüncüsü Mısır’da varmış. Burada mezarlar var, içinde gözyaşı damlaları ve Latince yazılar var. Sevgi sembolü olan gözyaşı damlaları öldükten sonra tekrar bir araya geleceklerinde birbirlerini göreceklerine inandıklarından kafataslarının yanında olurmuş. Savaş olduğunda haberleşmek için mağaraların içinden geçen gizli bölümleri var. Dışındaki oyuklar ise tahta koyulup yukarı çıkabilmek için MS 336 yılında Persler tarafından kral Darya kendi halkı için kurmuş. Garnizon şehri olarak yapılmış. Sonra da mezar taş ocağı olarak kullanılmış. Zindan devekuşu yumurtası ve kireçle yapıştırılarak taşları yapılmış. Halkın su ihtiyacını karşılamak ayrıca çeşitli medeniyetler farklı amaçlar içinde kullanmışlar.
Burayı da bitirdikten sonra ağaçlıklı güzel bir yerde kahve molası verdik. Bundan sonra ki rotamız Kırklar kilisesi ve Zinciriye Medresesi’ydi. Kilise 6 yy da Pers İmparatorluğu zamanında iki kardeş tarafından yapılmış. Zinciriye Medresesinde 385 yılında Arkutlular tarafından yapılmış. Kasimiye Medresesindeki gibi su hoyratları var. Yaşam ve Ölüm gibi.
Kubbe yapısından kimin yaptığı anlaşılırmış karpuz dilimi ise Artuklular yuvarlak ise Selçuklu, düz ise Akkoyunlular’mış. Ulu cami ile Medrese arasında Zincire akrep ve yılan duası asılırmış. O gündür bugündür yılan sokması olmuyormuş. Akrep sokmaması içinde karyolaların ayaklarını kırmızıya ve maviye boyuyorlarmış. Bundan buraya Zinciriye Medresesi denirmiş. Kapısında Artuklu Üniversitesi 121 tane tevekkül yazısı var. Tevekkülüm Allah’adır ona ediyorum ve ettim. Karınca duası var. Ne kadar şatafatlı olursa o Ülkenin ne kadar zengin olduğunu gösterirmiş. Ulu cami 1199 yılında yapılmış. Doğu Batı iki minareye sahipmiş. Sonradan biri yıkılmış. Minarenin birinde Hz.Ali zamanında kullanılan kufi yazısı varmış. Diğerinde ise kinin yazısı varmış. İlk karede kufi ikincide Ayetel Kursi, üçüncüsünde damla motifleri rahmet bereket dört halife Muhammed ve Allah var.
Cennetin 7 kapısını 8. Kapısına da Mardin deniliyormuş. Ayrıca Ulu cami de Peygamber efendimizin Sakalını görmek için de içeriye girdik. Dualarımızı okuduk. Buradan çıktıktan sonra Mardin’in dar sokaklarında gezdik. Süryanilerin kiliselerine asılan bezleri boyayan Nasra Teyzenin evine gittik. 85 yaşında olan bu teyze bu işi yapan son kişiydi. Beyaz bezlere elle yapılan çeşitli Hristiyanlık figürlerinden başka değişik hayvan figürleri olan baskı bezleri vardı. Bazı arkadaşlarımızla satın almayı görev bildik. Ne de olsa bu yaşına kadar yaptığı işine olan saygısına haksızlık etmek istemedik. Evinin duvarlarında da bayağı ünlü simalarla çekilmiş resimleri vardı. Her ne kadar ben bugüne kadar tanımasam da bu benim özürümdü. Ama yakın zamanlara kadar sergi yapmış biri olarak teyze karşımızdaydı. Kendi yaptığı şarabı da almayı ihmal etmedim.
Teyzenin evinin bahçesinde biraz oturduktan sonra dükkanlardaki Mardin’e özgü şekerlemelerden alarak gümüş alışverişi yapmayı da ihmal etmeden gezimize son verdik. Daha önce de belirttiğim gibi son gece kaburga dolması yemek üzere bazı arkadaşlarımla akşam Cerciş lokantasına gittik. Tesadüf orda kına gecesi vardı. Müzik eşliğinde Mardin Denizine bakarak yemeğimizi ve Süryani şarabımızı içerek geceyi sonlandırdık. Otelin terasında diğer arkadaşlarımızla buluşarak Mardin gezimizin sohbetini yaptık. Sabah erkenden daha alışveriş yapmak için sokaklara dağıldık. Dostlara buraya ait tarçınlı ve zencefilli badem şekerleri aldık. Ama bir yandan da hepsinin tadına bakmayı da ihmal etmedik. Kakuleli kahvelerimizi içtikten sonra İstanbul’a yol almak üzere havaalanına geldik. Mardin bence bir kere değil birkaç kere görülmesi gereken nadide kültür şehirlerimizden biriydi. Niye bu kadar geç geldiğimi inanın bilmiyorum. Mutlaka görmelisiniz…
Sevgiyle ve geziyle kalmanız dileğiyle…