Bundan iki yıl evvel gezgin liderimiz Zuhal Apaydın’ın muayenesinde sohbet ederken Meksika’ya gezi ayarlıyorum haberin olsun demişti. Tabi bende her zaman ki gibi düşünmeden evet gelirim demiştim. Çünkü uzun uçak yolculukları hep ertelemiştim. Uçakta uzun süre kalmak beni hep bunalttığından hala Amerika’ya gitmedim.
Artık Meksika’ya gittiğime göre Amerika daha yakın geliyor bana kendimi alıştırmaya başladım. Hele de dönüşte Cancun’dan İstanbul’a gelmek 35 saatlik bir yolculuktan sonra her yer yakın gelmeye başladı. Meksika’nın benim için anlamı büyüktü. Yıllar evvel kızım Rotary kulübünün Exchange programı ile İtalya’ya gittiği sene bende de Meksikalı genç bir kız kalmaya geldi.
Bu güzel kızımın adı Valeria idi. Bir sene boyunca benimle birlikte kaldı. Meksika’nın Chihuahua eyaletinden gelmişti. Bilmediği bir ülkeye tanımadığı bir ailenin yanında kalmaya gelmişti. On beş yaş ergenliğin en sıkıntılı dönemlerinden birini yaşayan genç bir kız ailesinden uzakta tanımadığı bilmediği bir eve geliyordu. Aslında onun için bir şanstı. Çünkü benimde bir kızım vardı. O da yabancı bir ailenin yanına gitmişti.
Kızımın şansı İtalyan Lisesinde okuduğu için İtalya’yı ve insanlarını az çok tanıyordu. Ama Meksikalı bir kız için burası aynı değildi. Bende elimden geldiği kadar annelik yaptım. O da beni annesi olarak gördüğünden yıllar geçmesine rağmen her daim arayıp hatırımı sordu. Hep annem olarak hitap eder ve beni Meksika’ya çağırırdı. Sonunda olmuştu. Ben geleceğimi söylediğimde çok sevinmişti. Biz Mexico City şehrine gideceğimizi söylediğimde o da geleceğini söyleyerek plan yapmaya başladık. Ama ancak bir gün benimle olabilecekti. Çünkü okulu vardı.
Bayraklarındaki renklerin anlamı ise, kırmızı Savaşı, yeşil rengi özgürlüğü, beyaz renk ise sağlığı temsil ediyormuş.
Meksika yolculuğumuzun zamanı gelmişti. İlkönce Frankfurt’a uçacaktık. Oradan da Mexico City şehrine 12 saatlik uçak yolculuğumuz vardı. Benim için işkence başlamıştı. Seyahate çıkmadan bir gün evvel Vale’yle yazışarak hangi saatte ve hangi otelde olacağımı bildirdim. Çünkü O da başka bir şehirden uçakla buraya gelecekti ve otelde beni bulacaktı. Yıllar sonra birbirimizi göreceğimiz için çok mutluyduk. Sonunda uzun ve yorucu yolculuktan sonra otelimize vardık. Yatağa yatmak o an benim için ifade edilemez mutluluktu. Ama önce Vale’ye ulaşabilmem için hemen internet almam gerekiyordu. WhatsApp’tan yazışarak geldiğimi bildirdim. O da geldiğini sabah erkenden otelde olacağını yazdı. Sabah kahvaltıdan sonra beklemeye başladım. Sonunda buluşmuştuk. Birbirimize sarılarak biraz ağlaştık ve sohbete başladık. Sonra otobüsümüzün kalkacağını ilk durağımızın Antropoloji müzesi olduğunu öğrendik. Arkadaşlarımla Meksikalı kızımı tanıştırarak bütün gün bizimle olacağını söyleyerek gezimize başladık. Dünyanın en iyi müzelerinin arasında gösterilen bu müzede rehberimiz eşliğinde gezmeye başladık. Girişte Meksika ülkesinin yerleşim olmadan evvel ki halinin resmi vardı. Başka bir resimde de Meksika’lı ilk insana ait resim vardı. Omuzunda sopa ucunda küçük bir torba uzaklara bakan arkadan bir resim. Kısa boylu, boyun bölümü nerdeyse yok, biraz kambur sanki bir maymuna benziyordu. Meksika ülkesinin etrafı su olduğundan kanal sistemi şeklinde yerleşim yapmışlar. Çok ilginç bir oluşum şekliydi. Ufak ufak arsalar birleşerek ülkeyi oluşturmuşlar. Etraf su olduğundan tarımcılık yapılmış. Müze çeşit çeşit bölümlerden oluşuyordu. Mayaların, Azteklerin, Takvimlerin, Güneş ve Ay tapınakları, Rahiplerin giydiği gömlek şeklindeki kolyeler, El Creador insanları çarpan tanrı, Taştan Heykeller o kadar çok tu ki, neyin ne olduğunu akılda tutmak imkansızdı. Beş Güneş tanrısı her biri bir zamanı temsil ediyordu. Güneş, Yağmur, Rüzgar, Ateş gibi… Güneş ve Akşam iki ayrı tanrı. Çünkü biri güneş diğeri ölü tanrıydı. Kuş tüyünden kocaman bir taç gördüm. Sorduğumda devlet adamları ve rahipler önemli günlerde başlarına takarlarmış. Bayraklarındaki renklerin anlamı ise, kırmızı Savaşı, yeşil rengi Özgürlüğü, beyaz renk ise sağlığı temsil ediyormuş. Ortadaki kuş da kartal. Yılan’ın hikayesi de çok ilginçti. Aztekler kuracakları yerleşim yeri için aranırken, Allah’tan bir vahiy geldiğine inanırlar ve buna vahiye göre, onlar yeri, gölün ortasındaki kaktüs üzerinde bulunan kartalın yılanı yediği yer olarak kabul etmişler ve bu yeri bulunca da (bu yer Mexico City’dir) buraya yerleşmişlerdir. Müze o kadar büyüktü ki, değil üç dört saat bir günde zor bitecekti. Ama bizim zamanımız kısıtlı olduğundan programa uymak zorundaydık. Vale’yle beraber kahve içecek yer ararken oraya ait bir tatlı gördüm. Bana mısır unundan yapıldığını çok güzel olduğunu söyleyince hemen kahvenin yanında alıp yuttum. Çok beğendimi söylemeliyim. Buradan çıkarak Xochimilco yüzen bahçelere doğru yola çıktık. Birbirinden renkli Trajineras adlı teknelerle nehirde gezerken yemeğimizi yiyecektik. İki ayrı tekneye yerleştik. Buraya özgü yemekleri tadarken, müzik yapan Marakeş’ler başka teknelerde bizlere şarkı söylüyorlardı. Şarkılar bitince hediyelik eşya satan tekneler yanımıza yaklaşıp satış yapmaya çalışıyorlardı. Atmosfer hem büyülü hem de egzotikti. Değişik çiçekler nehrin kenarlarında rengarenk teknelerle çok keyifliydi. İki saatin geçtiğini anlamadık.
Frida Kahlo: Tutkunun ve Acının hikayesini yaşamış…
Buradan Frida Kahlo’nun müzesine yani doğduğu ve yaşadığı eve gitmeye yollandık. Otobüste giderken rehber Frida’nın hayatını anlattı. Frida’nın babası kızının çalkantılı evliliği ile ilgili Güvercinle Filin evliliği olarak nitelendirmiş. Frida’nın evi mavi ev olarak anılıyor. Bahçesinde çok çeşitli egzotik çiçekler ve ağaçlarla doluydu. Alt katta mutfak oturma odası, Fırınlar üst katta çalışma odası resim yaptığı yer, kütüphanesi ve öldüğü yatağı bulunuyordu. Stüdyosu öldüğü zamandaki gibi bırakılmış durumdaydı. Protez ayağı da oradaydı. Duvarlarda resimler, kuru kafalar, ölüler festivalinde kullanılan heykeller vardı. Yattığı yatağında şalı ve maskesi bulunuyordu ve yatağının üstünde aynası vardı. Yattığı yerden resim yaptığı için ayna koydurtmuş. Duvarlarda çeşitli yazılar vardı. İngilizce bir yazısı vardı. Çok ilgimi çekmişti. Sizlerle paylaşıyorum… “Perhaps they are waiting to hear my cries of ‘how much it means to suffer’ with a man like Dieago. But I dont think that the banks of a river suffer by letting it flow…Frida” Türkçe anlamı;
“Onlar, Dieago gibi bir adamla ‘acı çekmenin anlamının ne kadar olduğunu’ benim ağlaşmalarımdan duymak istiyorlar belki de, ama ben nehir kıyısının nehrin akışına izin verdiği icin acı çektiğini sanmıyorum.”
Bir dönem Rus yazar Troçki’de bu evde birlikte yaşamışlar. Başka bir yazıda da “Ayak sana ihtiyacım yok. Akıl kanatlarım var…” Acı dolu bir hayatı olan kadının evini gezerken aşkını ve sanatına olan hayranlığını hissetmemek mümkün değildi. Müzenin mağazasından alışveriş yaparak hüzün dolu bu yerden ayrıldık. Akşama kadar Vale’nin bizimle birlikte gezmesi hepimizi çok mutlu etmişti. Çünkü anlamadığımız yerlerde devreye girip elinden geldiğince bize yardımcı olmuştu. Otele döndüğümüzde Vale’nin gitmesi gerekiyordu. Sarılarak ve ağlaşarak birbirimizden ayrıldık. Biraz dinlendikten sonra yerel bir lokantaya gidip Marakeş’lerin eşliğinde müzik dinleyerek yemeğimizi ve yerel biradan içtik. Otelimize yakın olduğu için yürüyerek döndük. Yorucu ve mutlu bir günden sonra ikinci güne hazırdık. Kahvaltıdan sonra Teotihuacan Piramitlerini görmek üzere yola çıktık.
Piramitlere gelmeden önce Kaktüsten neler yaptıklarını göstermek için kaktüs bitkileriyle dolu olan bir yere geldik. Bu bölgede karabiber ağaçları da çokmuş. Bir kaktüsün içinden 75 tane iğne çıkıyor. İğnenin altından da iplik çıkıyor. Bu medikalde kullanılıyor. Kalemle yaprağın içine yazdı sonra da yaprağı ayırdı ortaya kağıt çıktı. Sonra yaprağı yapıştırdı yaprak yok oldu Aloe Vera olarak kullanıldığını çıkarılan panzehirle ruj, boya kozmetik ürünleri yaptıklarını söyledi. Tekilanın kökünde de su olduğundan yani şeker kamışına benziyordu. Ondan da tekila içkisini yaptıklarını anlattılar. Sonra bu sudan elde ettikleri organik bir sudan ikram ettiler. Tadı ananas suyuna benziyordu. Sıra tekila ve tekila likör tatmalarına sıra gelmişti. Turdaki herkesin çok hoşuna giden bir bölüm olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Tabi ki tekila ve liköründen almadan hiçbirimiz ihmal etmedik. Buradan tapınaklara giderken otobüste rehberin anlattıkları söyle idi; Burada söylendiğine göre Ay ve Güneş tapınakları vardı. Meksika körfezinden Teotihuacan’lar gelmiş. En yüksek yerine bu tapınakları kurmuşlar. Her iki piramidin uzaktan aynı yükseklikte olduğunu zannediyorsun ama güneş piramidi daha yüksekmiş. MÖ 150 yılında kurulmuş. MS 650 yıllarında yok olmuş. 200 bine yakın kişi yaşarmış. En kalabalık şehirlerden biriymiş. Kazılarda 40-60 yaşları arasında gömülü insanlar bulunmuş. Burada apartmanlar sağlı sollu varmış. Uygarlık bir yerde başlamış ve bitmiş. Güneşin doğuşu piramidin üstüne geldiğinden batarken de bir mağaranın girişine geliyormuş. Buna yaradılış efsanesi demişler. Yılanın deri değişimi yeniden dünyaya gelişi temsil ediyormuş. Tapınaklarda gezerken alışveriş yapma imkanımız vardı. Hepimiz Aztek takvimi ve heykellerden aldık. Buradan çıktıktan sonra Guadalupe tapınağına gittik. Dünyanın ikinci hac yeri olduğunu Meryem Ana’nın ikincisinin Amerika’da üçüncünün de burada olduğu söyleniyormuş. Her yılın 12 Aralığında buraya dört milyon kişinin geldiğini Katolik Kilisesinin 1492 yıllarında yapıldığını değişik renklerde bardaklarda mumlar getirdiklerini ve yaktıklarını söylediler. Zaten kiliseye giderken her yerlerde bunları görebiliyorsunuz.
Bu haç yerinin hikayesi de şöyle; Halktan biri bir ses duyuyor bunun Meryem’in sesini duyduğunu ve gördüğünü Meryem’in bizi korumak için buraya geldiğini söylediğini anlatır. Halkta git söyle inanmamız için bir mucize yapsın derler. Meryem Ananın resminin olduğu yerde Gül bahçesinden gül topladığını görüyorlar Çuvaldan dökülen güllerle o resim oluşuyor. Sonra sel oluyor, yarıya kadar her yer sular altında kalıyor ve sular çekilince halk inanıyor. Böyle bir hikaye anlattı rehber. O yüzden burası Katolikler için çok kutsal… Zaten halka bakarsanız daha kilise ya da katedral bahçesi ve kapısından haç çıkartmadan geçmiyorlar. Daha sonra Garibaldi meydanını gezerken Marakeşleri görebilirsiniz. Zocalo meydanında müzik dinleme yerleri var. Her yerde hediyelik eşya satan sokak satıcılarını görebilirsiniz. Ayrıca Şaman olan yerliler tütsülerle yolların kenarlarında isteyen halka çeşitli otlarla ve ritüellerle dua yapıyorlar. Çok egzotik geldiğini söylemeliyim. İçlerimizden bazı arkadaşlarımızın tütsü yaptırıp bu ritüelleri izlediğimizi söylemeliyim. Akşama yerel folklor ve müzik gösterisini izlemek için Garibaldi meydanına gittik. Çok eğlendik… Mexico City şehrini beğendiğimi pek söyleyemeyeceğim. Çünkü çok çirkin binalarla kaplı ve izbe. En güzel yerleri Garibaldi ve Zocalo meydanı. Kaldığımız otel şehir merkezine yakın olduğundan rahatlıkla istediğimiz bir yere gidebilmiştik. Çok fazla yemek yerleri ve müzik yerleri var. Çok çeşitli kaktüsler hem de kocamanlar. Çok yüksek binalar yok ama gece pek tekin değil. Çok da ucuz olduğunu söyleyebilirim. Çoğu şehir dışında alabildiğine yeşil kaktüs ve mısır tarlalarıyla kaplı. Hani eski western filmlerindeki gibi kurak ot bir yer değil Mexico City. İlginç bir şehir insanların rengi esmer ve kısa boylular… Burada 3. Tapınağı gezmeden önce beş arkadaşımız Ay tapınağını gezerken girilmemesi gereken bir yere girdikleri tespit edildiğinden bu bölgeye gelirken rehber bu arkadaşlarımızı otobüsten dahi indiremeyeceğini eğer görülecek olurlarsa kokardını iptal edeceklerinden rica da bulundu. Fakat ilkönce arkadaşlarımız bunun bir şaka olduğunu sandılar ve çok saçma olduğunu söylediler. Çünkü Ay tapınağında kamera sistemi yoktu bizleri nasıl teşhis ettiler dediler. Rehber de onları gören polisin eşkâllerini aldığını bunun gerçek olduğunu söyledi. Bu o gün boyunca alay konusu olduğunu söyleyebilirim. Ve arkadaşlarımız gerçekten otobüsten inmeyerek diğer arkadaşlarının dönmelerini beklediler. Bu bizim için unutulmaz bir anı olarak kaldı. Akşama kadar bu konuyla bayağı hikayeler üretip eğlendiğimizi tahmin edersiniz.
Turumuz toplam 16 gün sürdü, yazmaya devam edeceğim. Anlatmak istediğim çok şey var, beni takip edin, gezme fırsatlarını kaçırmayın…